Kategori arşivi: SANAT – KÜLTÜR

ŞİİR….Çatal Kapı / CAHİDE ÖZER

 Çepni, ne kadar da bereketli toprağı varmış bu ellerin; yazarları, ressamları, heykeltraşları, şairleri…Ve, yeni bir halka daha eklendi bu gurur listemize; bir şair daha…

 

Ne vakit görsem bir çatal kapı

tenimde hep bir eylül sabahı

çömelivermiş bir kız kapı dibinde

koynunda kenetli kolları üşür

mırıldanır bir kedi yanı başında

kısık gözlerle tor top büzülür

oynaşırken güz günü ışıkla gölge

çocukluğum o kapı önünde

hala üşümekte

CAHİDE ÖZER…

 Genç, dinamik, umut dolu, yarınların büyük şairliğine namzet; şiirini insanlarla buluşturan, Çepni’nin ilk kadın şairi…

”EN KOYU MAVİSİYDİN DENİZİN”

adlı şiir kitabını 1 Mart 2014’de, şiir sevenlerin ve dostların katıldığı dinletide tanıttı bizlere.

Şiir duygudur derler ya; Cahide Özer’in mısralarında; arayış, bekleyiş; ümit, endişe, isyan… bazan küçük bir köy istasyonunda, bazan Anadolunun bozkırlarında, bazan Mitra ile Hazar sahillerinde. Apollon’la hesaplaşır, Medusa’nın yalnızlığını paylaşır, Bosna’da Acem diyarında arar sevdasını, umutlarını….

CAHİDE ÖZER, 1966’da Sivas’ın Çepni kasabasında doğdu. İlkokulu Türkiye’de okudu. 1980’de Hamburg’a geldi. Ortaokul ve liseyi Duisburg’da, üniversite eğitimini ise Bochum’da tamamladı. 1999’da Bochum Ruhr Üniversitesi’nde Alman ve Fransız Filolojisi / Dil Tarih ve Edebiyat Bölümü’nden lisansüstü yaparak mezun oldu. Ardından Dortmund Uluslararası Eğitim Merkezinde ( Internationales Bildungszentrum) ve Essen Babylon Eğitim Enstitüsü’nde Almanca dersleri verdi. 2001’den beri Lüdenscheid Adolf Reichwein Toplu Eğitim Okulunda Türkçe öğretmenliği yapıyor.

 

♦♦♦

 

sunu

yüreğimi sundum sana

esirgeme sevgini benden

ölümsüz sevdalar aşkına

bir kez yaşanır hayat

otuz kırk elli derken

tükenir gençlik

tükeniriz sen ve ben

temmuz sıcağında Çepni

Keh’den esen rüzgar aşkına

siper et gövdeme gövdeni

sev ! Rüsva eyleme beni

 …

.

yalnız gemi

turkuazlar ortasında

kala kaldım tek başıma

açıldı yelkenim lodosa

karayele poyraza

ne vakit demir atsam

ıssız bie adaya

amansız çarpar gövdem

kayalıklara

yangın yeridir yüreğim

bir avuç umut dök sönsün

açık denizlerde ada ol

yelkenim demir atsın

çok geç

solarken ömrümün renkleri

bir kış arifesinde

hüzünler büyütüyorum boy boy

tarifsiz acılar içinde

çiğ düştü düşlerime

kış uykusunda gençliğim

hazan çok erken geldi

sense çok geç

.

istasyon

trenler gelip geçti ömrümden

hiçbirine binmedim

anladımki yanlış bir trende

boşuna yol tepmişim

bir istasyondayım şimdi

ne geriye dönüş var

ne yeni bir kalkış

benim için artık

o tren çoktan kaçmış

trenler gelecek

trenler geçecek ömrümden

hiçbirine binmeyeceğim

bilirim vakit dar

her şeye rağmen

kaçırdığım treni bekleyeceğim

çatal kapılar

berraktır oralarda gök

deliksiz bir mavi

gölgeme basarken ben

toprak öylesine suskun

kıru sıcağa siner sessizlik

oracıkta tükürsen yere

kırsan belini başağın, sezilir

koyun koyunayken çiçekle

arının soluğu bile duyulur

ne vakit savrulur saçlarım

ne vakit gölgem sızar tabanlarımdan

denizi avuçlarcasına

maviye dokunur kavaklar

hışırtılarında kanat çırpıntıları

dağılır yeşile banmış kokular

yorgun gıcırtıların ardı sıra

açılır yavaşça çatal kapılar

kıpırtılar deler sessizliği

nal sesleri hızlı adımlar

biri girer biri çıkar

gezinir gözlerim o avluda

gözlerim çocukluğumu arar

kalakalmış oracıkta

çatal kapılar gün yanığı

arkasında tandır olur yürek

göz göz bazlama

tüter sap tükenir tezek

saplılarda hedik

güğümlerde pekmez

ambarlarda

buğdaysı bir nefes

ne vakit görsem bir çatal kapı

tenimde hep bir eylül sabahı

çömelivermiş bir kız kapı dibinde

koynunda kenetli kolları üşür

mırıldanır bir kedi yanı başında

kısık gözlerle tortop büzülür

oynaşırken güz günü ışıkla gölge

çocukluğum o kapı önünde

hălă üşümekte

en koyu mavisiyim denizin

eylüldün

bir sonun başlangıcı

en koyu mavisiydin denizin

kıyılardan uzak

görülmeyen kısmı buzulların

berekettin bir deltada

sıcak iklimlerin meyvesi

kuytusunda barındığım vadi

en eski şarap

çarkıkeyfimdin

unuttuğum bir şarkının efkarı

vakitler ötesinden gelen kokun

sahilde yüzüme vuran rüzgar

unutulmaz bir gecenin yalnızlığı

sen

en koyu mavisiydin denizin

.

Ve isyan;

 ……

ey ölüm

beni de bulacaksın ya

bulmasına

belki evde belki küvette

belki masa başında belki teneffüste

oğul bağrımda henüz

kapımı erken çalma

geleceksin şüphesiz

bilmem ne vakit

öyle bir gel ki

yăr koynundan alma

….

 

 

Dostlar, en iyisi mutlaka okuyun ve sizde kaybolun derim; DENİZİN EN KOYU MAVİSİNDE

 

Kazım Güzel (şair), Kemal Yalçın (yazar), Emsalettin Temel

 

 

Dağıtım: İstanbul: 2A, Alfa, Alkın, Artı, Bilgi, Cağaloğlu, D&R, Derya Dağıtım, Final, Paraf, Remzi, Say, Totem, Yelpaze.

Ankara: Işık Eğitim, İmge, Kıta, Ekinoks, Arkadaş kitapevi

İzmir: Erdoğanlar, Gema

 

 

 

ŞİİR… Çepni Baharı / METİN ERDEM

Şiirleriyle Metin Erdem

İçimizden Biri…..
Evet içimizden biri Metin Erdem. Bir Çepnili… Bazı insanlar vardır; her insan farklıdır fakat bunlar diğerlerinden daha da farklıdır. Metin Erdem’de işte böyle… Gençlik; koşturmak, birşeyler yapmak, yapabileceği işlerin içinde mutlaka bulunmak ve katkı sunmak, devamlı aktif olmak ise, O bir ”genç”. Kasbamızla, çevresi ile ilgili bilgiler, yaşanmışların sözel taşıyıcısı olarak O bir ” yöresel tarihci”. Kasabamıza; taşına toprağına, yaylasına, dağına, ovasına aşkını şiire döktüğü için O bir ”şair”.
Kısacası, o memleketinin ve köyünün sevdalısı.
Bizler burada Metin Erdem’in yalnızca hayatını ve şair yönünü sizlere, tanımayanlara tanıtmak istiyoruz.
Okuyacağınız şiirleri içerik ve konularına göre örnek olarak aldığımız onlarca şiirlerinden yalnızca birkaçı.
Sizleri kendi dilinden hayatı ve şiirleriyle başbaşa bırakıyoruz…

 

Hayatım !
1946’da dünyaya gelmişim.
Çocukluğumu yaşadıktan sonra yedi yaşında okula başladım.Köyün ortasında Güveli’nin yaptığı ilkokula başladım.Öğretmenim Gemerek’li Bahri Hocaydı. Sesim güzeldi, radyodan çıkan her türküyü bellerdim. Hoca bizi baharın kırlara götürür türküler söyletirdi. Öğretmenimi çok severdim. O’da beni sever, kalem alır, delikli ikibuçuk kuruş verirdi.
Birgün bizi Kızılırmağa götürdüler. Birde baktık ki kocaman bir köprü yapıyorlar. İyi hatırlarm; önce kayıklarla geçerlerdi. Hidayet Özdemir ve Reşat Çetin kayık çalıştırırlardı. O zaman öğretmenimiz, işte koca sırıklar dikiliyor, merdane üstten vuruyor diye bize anlatıyordu.
Bize ırmakta yüzme öğretirdi.Ben, atılgan ve emsallerim içinde iri ve güçlü idim. Üçüncü sınıfta bizi Müttalip hoca okuttu. Güzel ders anlatırdı. O’ da beni çok severdi. Gider yengenin odununu kırardım, bahçeyi bellerdim.
Hiç unutmam, yeni ilkokul yapıldı oraya taşındıydık. Ehercili Mehmet Hoca baş öğretmendi ve müfettiş geldi, bizi imtihan yaptı. Bana şu soruyu sormuştu: ”İnsanın işgenbeleri kaç gözlüdür?” Düşündüm, cevabımı şöyle verdim: ”İnsanlarda mide olur, işgembe hayvanlarda olur” dedim. Müfettiş öğretmenimi tebrik etti. Çok sıkı tutarlardı, o gün bana Müttalip öğretmenim ”bugün seni serbest ediyorum” dedi. Çok sevinmiştim.
Beşinci sınıfı Emrullah Hocadan mezun oldum. Sonra Gemerek Ortaokuluna kayıt yaptırdım. Okulda hiç ağaç yoktu. Atıf Özden diye Adana’lı müdürümüz vardı. Müdüre, ”müdürüm size bir arzum var” dedim. ”Buyur evladım” dedi. ”Bizim köyde kayısı, elma, erik, kavak söğüt bunların hepsi var” dedim. ”Bahar, tam zamanı şimdi ağabeyim kaysı fidanı dikiyor” dedim. ”Bizim köyden elli kişi var, izin ver bizler burayı ağaçlandıralım” dedim. Hoca hemen bizi kamyonla köye gönderdi. Bağlara gittik, fidan söktük getirdik. Fidanları diktik, köklerine kendi ismimizi yazdı, teneke levhayla astı.
Burada iki yıl okuduktan sonra Mersin Astsubay okuluna müracat ettim. Hemen çağırdılar ve şöyle dediler: ”Senin yaşın küçük hazırlık sınıfında bir yıl okuyacaksın” dediler.Yaşım normal olsaydı üçe kaydolacaktım. Yüzseksen gün kaldım, oradan kaçtım ve köye geldim.Durumumuz iyidi. Her dediğimi alırlardı çünkü ben son çocukutm. Evde bir çift camız, iki çift öküz ve bir atımız vardı. Sen okumadın diye bana camızları ve döner pulluğu teslim ettiler.
Bir hafta sonra gitmedim.Böyle iş olmaz dedim. Bunun üzerine bana kızdılar eniştem Mustafa Güneş’in yanına çeltek verdiler. O da kuzuları dövüyorum diye beni gönderdi. Babam ”bu çocuk evlenmek istiyor galiba, sorunda everelim” demiş. Bende ” baba bana motor alın, hangi kız olsa gelir” diye cevap verdim. Ve Dursun dayının motorunu yirmiüçbin liraya aldık.Kaleycioğlu’na gittik. Dolanı dolanı elim alıştı. Kullanmaya başladık, tam iki yıl çalıştım. Onu Tüzaşara sattım tekrar döryüzonbir fiyat aldım. Biraz çalıştıktan sonra askere gittim, Manisa’ya. Dört ay orada kaldım, beni İstanbul Beşiktaş’a inzibat olarak verdiler. Askerliğim çok rahat geçti.
Terhis oldum, kasabama geldim. Evin önünde döryüzonbeş fiyat. Ağabeyime sordum, ”öbürünü Kıroğlana sattım bunu Ankara’dan kırkdört bine peşin aldım” dedi. Sabahleyin bismillah dedik işe başladık. Bir yıl sonra ağabeyimle ayrıldık ve çok zor geldi bana. Alınan motor ve yetmiş koyun bana düştü.Ağabeyim kendisine fergüson aldı.
Sonra hanımı kardeşleri Almanya’ya getirdi. Benide davet ettiler. Wuppertal’e geldim. Kasaphanede bir yıl çalıştım. Burdan çıktım Elba’ya girdim. Ordan süt fabrikasına ve son olarak Jakstadt’ çalıştım emekli oldum.
Uzuntarlaya bir ev yaptırdım.
Allahın her gününe şükürler olsun. Allah önce komşuma versin, sonrada bana.

26.01.1994

Metin Erdem’in, kasabamız ve çevresi ile ilgili yazdıklarından bir demet şiir…..

Çepni

Bir ucundan bir uca uzamış

Mor menemşeye boyanmış

Her yanını soğuk sular sarmış

Benim biricik mutlu köyüm.

….

Karşı karşı bağları var

Engin yüksek dağları var

Cuha palto giymiş ağları var

Benim yeşillere bürünmüş köyüm.

.

Çepni Baharı

Bahar gelmiş Kızılırmak coşmuş

Çepni bağlarında çiçekler açmış

Toprak kabarmış mantarlar çıkmış

Ne güzel olur köyümün baharı.

…..

Getneler bellendi üzüm dikildi

Patatesler sıra sıra dikildi

Kuzular doğdu yuvaklara dıkıldı

Ne güzel olur köyümün baharı.

…..

Öksüzoğlan çıkar haytapıya gezer

Bazen eser bahar bazende tozar

Küçükler bahara şiirler yazar

Ne güzel olur köyümün baharı.

…..

Kuşlar çöp çeker yuva yaparlar

Yumurtlayıp üstünede yatarlar

Cıvı cıvıl ağaçlarda öterler

Ne güzel olur köyümün baharı.

…..

Bahar gelir Metin bolca dolaşır

Kuzularla oynar koşar yarışır

Küslük bilmez her baharda barışır

Ne güzel olur köyümün baharı.

12.04.1998

.

Güzel Köyüm

Garip Metin boşa kendin üzersin

Neçin garip bülbül gibi gezersin

Canım vatanım cennet gibi güzelsin

Gidemedik sılamıza ne çare.

…..

Güz gelince yaprak döker dalları

Bırakmıyor şu gurbetin yolları

Açarsada kokmaz oldu gülleri

Gidemedik köyümüze ne çare.

…..

Kavun karpuz üzüm ile şiresi

Yıdızları ayı parlar güneşi

Oğul balıdır o yarimin neşesi

Gidemedik köyümüze ne çare.

…..

Çeşit çeşit meyveleri dalda mı

Ana baba yaşlı gözlü yolda mı

Hasretin felek bu sefil kulda mı

Gidemedik köyümüze ne çare.

20.11.1994

.

Köylüm

Köyünden kaçanın duası olmaz

Her nere gitse yuvası olmaz

Vallahi cenazeni kimseler kılmaz

Sözüm köylüme özüm köylüme.

…..

Köyünden kaçma iyi uçamazsın

Hiçbir tarlaya tohum saçamazsın

Kondun bir daha göçemezsin

Sözüm köylüme özüm köylüme.

…..

Kaysın üzümün kurudu kaldı

Yetişmiş fidanların eller çaldı

Analar babalar saçların yoldu

Sözüm köylüme özüm köylüme.

…..

Yaylaları bıraktınız alanlar kurudu

Sulakları saptı havutlar kurudu

Metin çok çalıştı boşa yoruldu

Sözüm köylüme özüm köylüme.

16.12.1998

Yaylalar

Yüce yaylaları duman bürümüş

Ağaç kalmamış her yanın kurumuş

Domuz sürüleri yaylalara yürümüş

Artık dostlarına gel diye yazmış.

…..

Soğuk sular akıyor havutlar kırılmış

Etekleri gicanlarla sarılmış

Dağlar susmuş sanki çoktan yorulmuş

Ağlama güzelim gel diye yazmış.

…..

İnsanlar dağılmış yayla bilmiyor

Yaylalar bize küsmüş yüzü gülmüyor

Neden komşular bana gelmiyor

Gelde yüzümü gör diye yazmış.

…..

Atlar yayılırdı Beynamaz Karababada

Cıvıl cıvıl oynardı çocuklar ovada

Bağcak ipleri takılı dururdu kolu abada

Acı bana dostlar gel diye yazmış.

…..

Kör duman bürümüş güzel dağları

Ne gelinleri kaldı ne de ağaları

Çalıya dönmüş Çepni bağları

Yeter bana doğru gel diye yazmış.

…..

Oba oba göçler bölük bölük yürürdü

Yaylaları koyun kuzular bürürdü

Allah her tarafa mor çiçekler verirdi

Mor dağlar küsmüş gel diye yazmış.

…..

Metiniyem o dağlar senin özünden

Yağmur yağar damla düşer gözünden

Allah derman versin senin yüzünden

Yeter canım küsme gel diye yazmış.

22.11.1997

.

Soğukyurt Bizim

Soğukyurt gün doğdu yarısı alan

Çok şahitler geldi çoğuda yalan

Her sene kuruldu ufak bir plan

Taşı bizim suyu bizim Soğukyurt.

……

Örtleke yukarı göçlerde çıkar

 Karataş sıcaktır insanı yakar

 Cabla çiçeği mis gibi kokar

 Yolu bizim gülü bizim Soğukyurt.

…..

 Sağında gölekler vereptir yüzü

Bir uçtan bir uca uzanır düzü

 Çok güzel olur baharla yazı

 Gölü bizim suyu bizim Soğukyurt.

…..

 Baharın çıkar koyunla kuzu

 Bazanda otlanır kısırla yozu

 Çoktan alındı köyde tapusu

 Arkacı gübresi bizim Soğukyurt.

…..

 Bırçalıkta çalıpancarı eşerdik

 Yufka ekmeği kara taşa döşerdik

 Soğanı yiye yiye şişerdik

 Kuyu bizim Kısaoğlan bizim Soğukyurt.

Çifteyurt

Çifteyurdun üstünden göçler gelirdi

 Geyik orhacından bakan görürdü

 Alt tarafını duman bürürdü

 Ne oldu sana Çifteyurt.

…..

 Nerde koyunların, can kuzuların

 Dolardı arhaçların alanların

 Soğu soğuk akardı pınarların

 Ne oldu sana Çifteyurt.

…..

 Koyun meler, kuzu meler yurduna

 Kimse dönüp bakmadı ardına

 Artık çobanlar düşer derdine

 Ne oldu sana Çifteyurt.

…..

 Çifteyurt, Çatalkazık arası

Üsedale düşer onun mirası

 Çok güzel yapılır nedir parası

 Ne oldu sana Çifteyurt.

…..

 Beş köpek beslerdi Küçük Mustafa

 Geçerdi hepsi hizaya safa

 Eserdi rüzgarı tertemiz hava

 Ne oldu sana Çifteyurt.

…..

 Metin içten içten sözün söylüyor

 Yollar uzak gözlerin görmüyor

 Gelin yapalım desek söze gelmiyor

 Ne oldu sana Çifteyurt.

12.04.1998

.

Oralar Bizim

 Karapınar bizimdi Altındiş kurdu

 Ne sulağı kaldı nerede yurdu

 Topseki hududu Çiçekli ardı

 Karapınar Yaylası orada bizim.

…..

 Armutlu Arkaçta koyunlar yatar

 Üst yanda alanı bol mantar biter

 Sabah erkenden dumanlar tüter

 Sırasın üstüne yaylalar bizim.

…..

 Göllerden aşınca Beynamaz görünür

 Başınada siyah bulutlar bürünür

 Guzupınarının suyundan hastalar dirilir

 Karababa Dağı güllü orada bizim.

…..

 Ağasuyun dereden mor koyun geçince

 Güneyyurttan güzel suyun içince

 Yokuş aşağı Çahonun Tarlaya inince

 Kuzayyurt güzeldi orada bizim.

…..

 Aşılıktan aşssam Taşlıyurdu görsem

 Susasam ağzımı sulağa versem

 Yatsam Yazpınarında uyusam

 Yağı yoğurdu güzel olur orada bizim.

.

 Bizim Dağlar

 İçinden tanırım ben o elleri

 Onlarki zehirde viran olurlar

 Ardıçlı dağları çamlı belleri

 Aşanlar Şirine hayran olurlar.

…..

 Dökülür Pınarbaşı suları yarından

 Baharlar yaratır kışın karından

 İçenler soğuk pınarlarından

 Şöyle bir silkinir ceylan olurlar.

…..

 Orada yaşayan yaşlılar için

Bir taşta yoğurur derdi sevinci

 Onlarki sabansız tarlasız çiftçi

 Davarsız kavalsız çoban olurlar.

…..

 Başıboş kırlara salar koyunu

 Elinden düşürmez okla yayını

 Dostlara bırakır zafer payını

 Memleket yolunda kurban olurlar.

…..

 Hey Metin secdeye baş koyda dinle

 Taşlar dile gelsin senin derdinle

Efsane söyleyim ağla hem dinle

 O şerefli mazi meğer masalmış.

 27.01.1986

 Çıralık Gediği

 Çıralık Gediğinde kokulu otlar

 Gurtluğuda kuzular hotlar

 Erikli Bahçede bacılar çaşırın toplar

 Ne güzel kokuyor meşesi dağlar.

…..

 Güccük Mağradan çiriş tolasam

 Deste deste gülerin koklasam

 Yufgayıda su başında tavlasam

 Ne güzel kokuyor toprağı dağlar.

…..

 Kuru Çayın taşları insana güler

 Her derede koyunlar kuzular meler

 İnsan merak eder gam ile keder

 Ne güzel kokuyor gülü dağların.

…..

 Abunun Tarlada oynasak gülsek

 Etleri doğrayıp tuzlayıp dilsek

 Ateşte pişirip külleme yesek

 Ne güzel kokar eti dağların.

…..

 Büyük Mağrada hopalar öter

 Ufaktan ufaktan dumanlar tüter

 Metin bu gam keder bugünlük yeter

 Ne güzel kokardı ardıcı dağların.

 01.04.1986

.

Yaylalar

 Soğukyurttan yolumuza gider

 Kayacıkta koyun kuzu güder

 Gelinler gelin diye el eder

 İşte bizim güzel yaylalar.

…..

 Eşgi Deresi, Mengişeri

 Açmış top top menekşesi

 Her dereden kelek sesi

 İşte bizim güzel yaylalar.

…..

 Dere, Oba, Çökçökler Yurdu

 Hiç eksik olmaz şahbaz kurdu

 Bütün orman dağın ardı

 İşte bizim güzel yaylalar.

…..

 Kazıklısı, Hançerlisi

 Bizimdir bunların her ikisi

 Karşıdan görünür Bastırma Düzü

 İşte bizim güzel yaylalar.

…..

 Görünür Beynamaz işte Güzelyurt

 Aşılıktan görünür sınırın tut

 Akasuyun Dere burda Güneyyurt

 İşte bizim güzelyaylalar.

…..

 Taşlıyurttan soğuk suyun içersin

 Uzanır Kötüyurda geçersin

 Çifteyurtla Akarı seçersin

 İşte bizim güzel yaylalar.

 22.03.1994

.

Benim Derneğim

 On dört masa, yüzseksendört üye

 Hiç doymazlar asitli suya

 Alışmışlar oyun diye bir huya

 Benim güzel üyelerim.

…..

 Dörtyüzden başlar binaltıyüz olur

 Sabah gelir aç burada kalır

 Elden duyar demokrat olur

 Benim şirin üyelerim.

…..

 Her kağıtta sıgara yakarlar

 Durmadan sağa sola bakarlar

 Boş yere ellerini masaya çakarlar

 Benim tatlı üyelerim.

…..

 Sabah erkenden gelir dururlar

 Birbirlerine laf koymayıp vururlar

 Dışarı karşı birbirlerini korurlar

 Benim soylu üyelerim.

 28.01.1994

 Dostluk Masası

 Wuppertal şehrinde eser bir hava

 Cemiyet dedik yaptık bir yuva

 İçinde dolaşır rengarenk hava

 Dost gibi sık elimi gel dostum.

…..

 Bayraklar astık Türküm diyerek

 Lahmacun dürüm tatlı yüyerek

 Kahve ver kardeşim sütlü diyerek

 Südün temiz olsun otur gel kardeşim.

…..

 Şiirler yazsak çiçekler dizsek

 Filmler oynatsak resimler görsek

Birbirimize ikramlı çaylar söylesek

 İçten bağlansak değil mi dostum.

…..

 İssiz olanlara yardım eylesek

 Güzel güzel sözlerle sohbet eylesek

Kendi fırsatlarımızı dışarı vermesek

 Bağlansak can cana değilmi dostum.

…..

 Ne yapar isen dostca elinle

 Kötü laf konuşma güzel dilinle

 Kendin koymamışsan alma elnle

 Doğru ol cemiyete karış değilmi dostum.

 7.03.1986

 Kötülük Yapma Boşuna

 Dinle sana bir nasihat edeyim

 Düşünüp ummana dalma boşuna

 Arzuhal yazarsan Tanrıya gönder

 Kulun kapısını çalma boşuna

…..

Fakire el uzat uğra arada

Onlara yardım et düşkün sırada

Kabe ister isen işte burada

Mekkeye gitme boşuna.

…..

Dünya bir pervane durmadan döner

Kimi yükselir kimisi iner

İyilik doğruluk en büyük hüner

Mazlumun ahını alma boşuna.

…..

Ehlibeyt dostunun yüzleri gülmez

Dünyayı bir pula versende olmaz

Kimsenin ettiği yanında kalmaz

Başını taşlara çalma boşuna.

…..

Niceleri geldi geçti bu handan

Kimi mahrum kaldı dinden imandan

Çepni köyü Kalaycı oğlundan

Ok atıp sinemi delme boşuna.

……

Metin Erdem yazar üç beş satırla

Kimi yaya gider kimi motorla

Allah yolunu birtek hatırla

Fazla şad olupta gülme boşuna.

 11.03.1998

.

Anneme…

 Dokuz ay karnında gezdirdin beni

 Benim güzel annem fedakar annem

 Dünyaya getirdin emzirdin beni

 Benim güzel annem fedakar annem.

…..

 Bana sarılırdın yavrum diyerek

 Sevipte okşardın gülümseyerek

 Bütün çilelere göğüs gererek

 Benim güzel annem fedakar annem.

…..

 Ninni çaldın kucağında uyuttun

 Bibir çile ile beni büyüttün

 Tatlı sözlerinle benide eğittin

 Benim güzel annem fedakar annem.

…..

 Ağladım göğüsünü ağzıma verdin

 Bana hep tomurcuk gülümsün derdin

 Bütün zorluklara hep göğüs gerdin

 Benim güzel annem fedakar annem.

…..

 Kalbin ipek gibi dilin bal gibi

 Gönlün alçak bir turabi yol gibi

 Bahçede açılan gonca gül gibi

 Benim güzel annem fedakar annem.

…..

 Anne gibi yoktur cihanda bir yar

 Dolaşsan dünyayı hep diyar diyar

 Hayır duasını alan bahtiyar

 Benim güzel annem fedakar annem.

…..

 Büyütüp besledin sıraya kattın

 Yavrum diyerekten elimden tuttun

 Everdin mutlu ve bahtiyar ettin

 Benim güzel annem fedakar annem.

…..

 Gözümün nurusun başımın tacı

 Daima bizler için hayır duacı

 Sensin bütün dertlerimin ilacı

 Benim güzel annem fedakar annem.

…..

 Kul Metin yazarım ben yana yana

 Dünya hep bir yana anne bir yana

 Her zaman şefkatle sarıldı bana

 Benim güzel annem fedakar annem.

 21.03.1998

 

 

 

 

Heykeltraş… HALUK RIZA ŞAFAK

 

HALUK RIZA ŞAFAK 

 

1960 Sivas doğumlu.
Kayseri Endüstri Meslek Lisesi Elektronik bölümü mezunu.
6-7 yaşlarında taş ve ahşap ustası olan dedesi Emin Yıldız’ın atölyesinde taş ve ahşapla olan tanışıklığı tutkuyla sanata dönüştü.
1997 yılında İzmit Büyük Şehir Belediyesi Plastik Sanatlar Merkezi Heykel bölümünde;Marmara Üniversitesi Heykel bölümü öğretim görevlisi sn. Füsun Salor hanımdan 3 yıl süre ile heykel dersleri aldı.


2001-2005 yılları arasında Kayseri’de kendi atölyesinde çalışmalarını sürdürdü.
2003 TRT gecenin içinden programına konuk sanatçı olarak davet edildi.
2008 yılında Güzel bahçe Halk Eğitim Merkezinde usta öğretici seminerlerine katılıp belge aldı.
Sanatçı halen İzmir’in Selçuk ilçesinde kendi atölyesinde heykel çalışmalarına ve orjinal el yapımı keman imalatına devam etmektedir.

Sanatçı UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği ) üyesidir.

KOLLEKSİYON:

Uğur Mumcu Vakıf müzesinde sanatçının eseri yer almaktadır.
Balıkesir ili Havran ilçesi Hükümet konağı bahçesinde 3mt. yüksekliğinde atıl zeytin ağacında soyut çalışması daimi sergilenmektedir.
İzmit Büyük Şehir Belediyesi koleksiyon ‘unda sanatçının eseri yer almaktadır.
2011-Norveç-Oslo Türk Büyük elçilimiz sn. Hayati Güven.

TEBDER/Aydın

YARIŞMA VE JÜRİLİ SERGİLER:

2009 Turgut Pura Vakfı Resim Heykel yarışmasında eseri sergilenmeye layık görüldü.

KİŞİSEL SERGİLER:

2009-Devlet Resim ve Heykel Müzesi kişisel sergi /İZMİR

2003-Çepni Kasabası kişisel sergi/SİVAS

2003-İzmit Büyük Şehir Belediyesi Sanat Galerisi kişisel sergi / KOCAELİ

2003-Devlet Resim ve Heykel Müzesi kişisel sergi/ BALIKESİR

2002-Ürgüp Göreme Belediyesi Sanat Galerisi kişisel sergi /NEVŞEHİR

2002-Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür sitesi Sanat galerisi Kişisel sergi /KAYSERİ

KARMA SERGİLER:

2012-44.Selçuk Efes Festivali Selçuk/İzmir

2011-Ekim Geçidi 10 İstanbul Modern Sanatlar Müzesi Derneğinin düzenlediği Cumhuriyetin 88.yılında karma resim ve heykel sergisi Turgut Özakman sergi salonu /Eskişehir

2011- 43. Selçuk Efes Festivali /Selçuk-İzmir

2011 3.Uluslararası Tepecik Kültür ve sanat festivali /AYDIN

2011 Norveç-Oslo Türk Büyükelçiliğinin davetiyle Karma resim ve heykel sergisi /Norveç-Oslo

2011 ÇYD Dünya emekçi kadınlar günü karma sergi /AYDIN

2010-1. Uluslararası Sanatsal Orman Kampı/MUĞLA-MARMARİS

1999-Plastik Sanatlar Eğitim Merkezi Heykel atölyesi karma sergisi /KOCAELİ

İLETİŞİM:

E-posta : hrsafak@gmail.com         Gsm:       0505 321 51 29

 

 

 

 

Şiir… Tıkırcağım / AGAH ÖZBEK

AGAH ÖZBEK

1958 yılında Çepni kasabasında doğdu. İlk ve orta öğretimini kasabada, lise eğitimini Çorum ve Adana’da tamamladı. Adana’da otel işletmeciliği yaparken hayat rüzgarı onuda uzaklara, Almanya’ya attı.

Almanya’nın Wuppertal kentinde işçi olarak çalışan Özbek, fotoğrafcılık gibi hobilerinin yanı sıra gençliğinde başladığı şiir yazma sevdasını günümüzde de sürdürmekte. Yazdığı şiirlerin bir kısmını ” Şiir Antolojisi Web Sitesi”n de yayınladı.

 

Babamın ardından

Bir yıldız kaydı
Benim için.
Hemde görünmeyen bir yere
Aldı götürdü benliğimi
Hatıralarımı…
Uzun değil,
Kısa bir zaman oldu kayalı.
Henüz sıcaklığı kalbimde.
Babam yok oldu artık
Bir yirmidokuz mart sabahı,
Yağmur çiselerken
Yaşlı gözlerle uğurladım onu
Babamı.
Çok hafifti tabutu omuzlarımda
Henüz on günlük askerdim
Amasyada.
Üç günlük izin
Sanki babamı son yolculuğa
Uğurlamak için hazırlanmıştı.
Son yolculuğunda bir traktöre bindi
Habersiz.
Gençlik yıllarını verdiği
Değirmenden geçerken
Neleri hissetti kimbilir.
Bir yamaca gömdüler toprak kokan
Islak yağmur serpmesiyle,
Küreklerle toprak boşaldı üzerine…
Şimdi uzaktan seyrediyor
Köyünü
Ve insanları.
Yeryüzü çok gördü onu
Kalabalığın ortasında
Kuş gibi çarpan kalbini
Çok gördü
Dalgın yüreğiniçok gördü
Bizim için çarpan
Kaygılarla dolu yüreğini…
Babam yok artık
Bu kesin
Gelecek bir yere gitmedi
İşte geldim çocuklar demeyecek
Nasılsın yavrum demeyecek
Sobanın yanına oturup
Uzatmayacak ayaklarını,
Zoraki nefes almayacak
Oflayıp püfleyerek,
Sıkmayacak artık ağzına
Oksijen tüpünü.
Kaşındaki siyah ben
Buğulu gözleriyle
Gülümsemeyecek artık…
İçindeydi insanların
Topluluğun,
Vaz gecilmez bir sevdayla
Yürüttü Muhtarlık görevini,
Artık görevini yapabilime mutluluğuyla
Basamayacak mühürünü kırışık kağıtlara…
Gençlik dönemleri birşey anlatmıyor bana
Aklımda hep son dönemlerimin babamı.
Hayatım sürüp gidecek babam olmadan,
Çocuklarım olduğunda
Onlara babamı anlatabileceğim sadece.
Fotoğraflarına bakacaklar.
Uzun pardüsü, tozlu papuçlarıyla
Kapımı çalıp
Girmeyecek.
Tatil günleri otobüsten
İndiğimde kasabaya
Elimde valizimle çaldığımda
Kapıyı
Sarılamıyacağım artık boynuna
Alamıyacağım sıcaklığını yüreğinin,
Islak yanaklarıyla öpmeyecek
Öpmeyecek gözlerimden.
Babam yok artık
Onun yüreğinde bende yokum
Yani babamla tanımlanan
Bende öldüm onunla.
Şimdi yeni bir tanıma alıştırmalıyım
Kendimi.
Şimdi ben kendimi düşünmezken bile
Kim düşünür beni.
Umutsuz olmak gerektiğini biliyorum
Bu acımasız gecede
Yazgı diye birşey yok
İçinde yaşadığımız bu toplum
Öldürdü babamı.
Çırpıntılarla hırpalanan yüreği
Dayanamayıp parçalandı sonunda
Şimdi toprak dolar gözlerine
Artık istesede kımıldayamaz
Yokluk esir aldı onu
Bağladı ellerini kollarını sessizlik
Çaresiz bile değil artık
Ama onun umutları
Benımde umutlarım olacak
Bundan böyle
Çaresizleri korurken
Babamıda korumuş olacağım biraz.
O dilediğince yaşayamadı ömrünü
Varlığını özgürce geliştiremedi
Ama bütün insanlar
Varlıklarını özgürce geliştirecekler bir gün
Ve
Babamı hiçbir zaman unutmayacağım.
Her ölüm kahramancadır
Babam hepimizden önce yaşadı
Bu kahramanlığı
Ey benim yüreğim güç ver bana
Ey hayat güç ver bana
Babama yaraşan şiirler yazayım
Boşuna yaşamamış olmasın o
Sonsuzlaşsın içten pürüzsüz
Dizelerimle…
Birgün
Sabahın erken saatlerinde
Buğday kokan yamaçlara tırmanırken
Eşşek üzerinde
Nasılda sarılırdı
Tırpan ve tırmığa
Yaşlı bir dağelmasının dibinde konakladığımız
Tarlamız.
Çekirge sesleri
Ot çıtırtıları
Sarı buğday başakları
Uçuç böcekleri, kırmızı gelincikler
Koyungözü çiçekler..
Bak kızılırmak aşağıda
Nasılda özgürce yayılmış
Bozkırlı ovalardan
Karadenize kaygusuz akışı,
Ta uzaklarda
Kayaların eteğinde
Güneşin Buğulu bulutlarla sakladığı
Köyümüz Çepni…
Ve bizim
Coşkuyla tırpan sallayışımız
Bereketli topraklarda
Ter kokan vucudun arkasından
Öğle yemeği
Soğuk bir katıklaş.
Akşamda ne çabuk olmuş
Dönülmez
Kalacağız ıssız dağda
Sap yığını duldası
Yatak olacak o gece
Ve tazeliğiyle hatırlıyorum
Kollarında yattığımı
Uyandırıp sabahın erken saatinde
Gösterdiğin kurtların karşıya geçişini
Elinde silah değil
Bir keser vardı biliyorum
Savunmak için,
Kimbilir uykumda
Nasıl korudun beni
Benden habersiz…
Dönüşde duyduk
Kıbrıs savaşını
Adayı almış askerlerimiz.
Evimize geldiğmizde
Açıpta radyoyu
Nasılda gururlandın Ecevitinle…
Şimdi sen yoksun artık
Babacığım.
Nasıl acı duyarsa bir mağra adamı
Nasıl çıkarsa ölçüsüz haykırışlar gırtlağından
Öyle bağırayım bende
Sonsuzlaşsın yüreğim
Bütün insanlara
Sevgiler taşıyacak kadar
Ve öylesine güzelleşsinki her şey
Öylesine erisinki yumşak bir ışıkta
Öylesine bilgeleşeyim
Öylesine sevgiyle dolsunki kalbim
Ölürken babamlaşayım.
Biliyorum var olmaz bir daha yok olan şeyler
Umurumda değil biçim değiştirişi maddenin
Ruh diye bir şey de yok
Ama gizli sevgiler
Bulunup çıkarılırsa yüreklerden
İnsanların,
Çıkarılırsa karanlığından
Unutuşun yaşanmamış olan şeyler
Ve tek bir insan yüreği gibi
Çarparsa birgün insanlık
Hiç bir şey yok olmamış olacaktır.
Düşünerek sonsuz
Büyük
Ve bütün zamanları,
Birleştiren bir sevgi
Ve şerefli bir hayattır
Ondan sonraki ölümler…

06-01-1984-Adana

Tıkırcağım var ya

Ilkel
Neler ilkel degildi ki
Topragın karasabanla islendiginde
Analarımızın elinden igne düsmezdi
Yama yaparlardı pantolonlarımıza
Yüncorap lastik ayakkabı
Nasılda tutardı ayaklarımızı
Ah askılıpantolon
Dügmesi koptugunda neler cektirirdi.
Hafta sonu okul hazırlıgında
Önlük camur yaka yirtik
Ödev yapılmamıs
Nasil uykuları kacırırdı.
Ya odun ya tezek
Elinde canta
Okul yolunda
Diz boyu kar ve soğuk
Nasil cekilirdi
Hele kışları çamur
Hurşutgilin pınarda
Sabahın soğunda buz gibi su ile
Ayakkabi yikamak
Okulda ilk fırçayı
Necipağadan yemek
Nasıl unutulurdu
Saçlar uzun
Ali hoca geliyor
Nasıl dayanırdı yürek
Hele bir zil çalsa
Zeynep hala
Camiye asağı nasıl koşuşurduk.
Berbere gitmek
Ne kadar zor
Saçlari yolardı adeta Islamağa
Ilkel değilmi o makina.
Hele gözünü sevdiğim
Kabak
Bir baskasın sen
Dikenli yapraklarıyın arasından
Seni çıkarmak
Seni alıpta alaçığın başına oturmak
Keskin Sivas bıçağıyla sana şekil
Vermek.
Ve yapınca tıkırcağı
Şemşamerin yapraığını takınca kabağa
Kosunca tozlu yollardan
Çııkardığın toz ve sesle nasıl terlerdi
Vücudum
Öksür öksür sabaha dek
Sen bir baskasin
Tıkırcağım.
Sen bana neleri unutturmadın
Kimleri unutturmadınki
Ali hocalar,
Soguk karli okul yollari,
Karatahtadaki sıra dayağını
Açlığı,susuzluğu,yorgunluğu
Daha neleri
Mutsuzum evet mutsuzum
Olsun
Tıkırcağım var ya.
Şimdi çok yııllar geçti aradan
Kaç mevsim
Kim bilir
Kaç kez ağladım
Kac kez güldüm
Kim bilir
Ve bilirmisin sen
Seni nasıl özlediğimi
Hatırlarmısın arkandan
Nasıl koştuğumu
Ayagımı taşa tökezleyip
Düşdüğümü
Çantada azık
Bir şörek bir ayva
Duvarlara bak sapsarı
Ayva sularından
Köy ortasında bir heycan
Otobüs gelmiş
Mektup okunuyor
Kos karış kalabalığa dinle
Bir bir
Hele bir gelmişse mektup
Aldığınla kac
Müjde büyük
Ve gecer günler
Okul biter
Ardından yaz
Hemde koca tatil
Yoktur artik
Ali Hoca,Osman Akdag
Iste tikircagim var ya
Ne kadar garip
Tıkırcak
Öyle görkemli durur ki
Hiç sormayın
O hic yorulmaz
Hic aglamaz
Ama kırılır
Yaparim yenisini bir solukta
Patates,domates,salatalık
Arasında yetişir semsamer
Iste onun kökü var ya
Yapraklarida
Bir parcasıdır tıkırcağin
Mutsuz anılarımda
Tıkırcağım var ya diye
Seni hatırladığımı
Bilirmisin
Işte şimdi
Bazı zamanlar
Yine seni hatırlıyorum desem
Inanırmısın
Yo yo
Artık büyüdüm.
Uzun zamanlar gecti aradan
Seninle olamam artik
Benimle olsanda avutamazsın…
Çok yıllar gecti
Ama unutmadım seni
Biliyormusun
Simdi yaşadığım yer senden cok uzak
Senin esintilerin bile yok
Benzerinde
Sadece bir ses
Kulaklarımda çınlıyor
Tıkırcağım
Tıkırcağım var ya…

 

 

 

 

Roman…CESET FOTOĞRAFÇISI / ERHAN PINARBAŞI

ERHAN PINARBAŞI

Erhan Pınarbaşı Çepni Kasabası’nda dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini kasabada tamamlayan yazar, 1979 yılında başladığı askeri okuldan 1983 yılında Foto-Film uzmanı olarak mezun oldu, öğrenimine Sosyal Bilimler Ve İktisat Fakülteleri’nde devam etti. 2006 yılına kadar Foto-Film Uzmanı olarak görev yaptı.

Yazın yaşamına şiirle başladı. Damar dergisinde yayımlanan öyküsünün ardından, Evrensel Kültür, Edebiyat ve Eleştiri, Yaba, Kıyı, Kül gibi dergilerde öyküleri yayımlandı.

Erhan Pınarbaşı’nın öyküleri bir solukta okunacak sürükleyici öyküler. Öykülerindeki zengin anlatım tekniği ustalığını ortaya koyuyor. On üç öyküden oluşan Mühür’de kısa öykü örnekleri yalın bir dille çıkıyor karşımıza. Durum öyküsünden olay öyküsüne, kurgudan gerçek yaşama uzanan şaşırtıcı metinler, kimi zaman bir savaşa kimi zaman kendi iç dünyasına götürüyor okuru. Pınarbaşı, toplumsal olayları bireyden yola çıkarak göz önüne seriyor. Mühür’deki öykülerden bir bölümü çeşitli edebiyat ödülleri alırken kitap olarak S.E.S birincilik ödülüne değer görülmüş.

Vedat AKDAMAR (Artshop Yayınevi)

Bugüne dek yazdıkları Erhan Pınarbaşı’nın polisiye türe ilgisine dair hiçbir ipucu vermese bile, Ceset Fotoğrafçısı’nı gazete ilanlarında gördüğümde, romanın polisiye türde olduğunu düşünmüştüm. Yanılmışım. Evet; katiller, cesetler, faili meçhuller, kaçakçılar, suç ve ceza, ‘at izinin it izine karıştığı’ bir şehir, kısacası polisiyenin alanına girecek ne varsa eksik değildi bu hikâyede. Ama muamması, gizemi, oyunu yoktu; Türkiye Cumhuriyeti’nin kriminalleşen otuz yılını, kriminal bir savaşı, o savaşın tarihinden kısa bir dönemi anlatıyordu Pınarbaşı.

Anneme… Oğlumun annesine… Evlatlarını yitirmiş annelere…” adanmış bir romanın hikâyesini -hele ki son otuz yıla tanık etmişseniz eğer- merak etmeyebilir, savaş bütün acılarıyla hâlâ sürüp giderken, 80’li 90’lı yılların acılarını tazelemek istemeyebilirsiniz. Oysa Ceset Fotoğrafçısı adı kadar ürkütücü değil. Savaşın o coğrafyaya sabitlediği şiddet atmosferi hissediliyor elbette ama aşkı, sevgiyi, dostluğu ve gelecek umudunu barindıran bir hayatı da anlatıyor Pınarbaşı; Batıdan görünenden farklı bir Hakkâri’yi…

Ömer Türkeş (Radikal Gazetesi)

Erhan Pınarbaşı, “Sevdalı Irmaklar Munzur ile Pülümür” adlı mitolojik romanı ile Munzur ve Pülümür’ün aşkını bize anlatmış. Kitap, Yurt Kitap-Yayın tarafından ‘Tarihi Romanlar’ dizisi adı altında yayımladı. Yazar bizleri coğrafyanın geçmişine doğru mistik bir yolculuğa çıkarıyor. Farklı hikayeler anlatılagelmiştir Dersim coğrafyası hakkında. Bu hikayeler çıktıkları sınırları aşmış çoğu zaman… Pınarbaşı, farklı sayılabilecek bir hikaye ile karşımıza çıkıyor. Munzur ile Pülümür’ün aşkını bizlere anlatmış. Bu aşkın önüne çıkan engellere karşın akışını hâlâ sürdürüyor iki ırmak. Tabii ki şu lanet baraj illeti ortadan kaldırılırsa… Sevdalı Seyit’in Asmesi’ne kavuşması hikayesini anlatır yazar. Seyit bu mücadelesi içinde, Munzur ile Pülümür’ün sevdasını öğrenir. Su olup akan ve sonra birleşen sevdalı iki ırmak. Seyit’in sevdasına, Asmesi’ne kavuşmasına Munzur ve Pülümür suları tanıklık etmiştir. Kavuşamayan iki sevda iki sevdalıyı kavuşturarak, sevda karşısında duran töreyi sularında alıp götürmüştür. 

Şerif Karataş (EVRENSEL)

‘Aynadaki Kadın’, Erhan Pınarbaşı’nın on dört öyküsünü bir araya getiriyor. Tüm öykülerin ortak özelliği olarak da, gündelik hayatın hengâmesinde çoğu zaman görmezden gelinen ayrıntılar olduğu söylenebilir. Bu ayrıntılar, öykü kahramanlarının veya anlatıcının iç dünyasını açığa çıkaran özellikleriyle yer alıyor. Öykülerin diğer bir özelliğiyse, kahramanları üzerinden bir Türkiye profili yaratmasıdır denebilir. Çünkü yukarıda bahsettiğimiz ayrıntılar, metinlerin çoğul kahramanları için de geçerli. Daha önce birçok ödül kazanmış ve şiir kitapları yayınlanmış Pınarbaşı’nın bu kitaptaki öyküleri, Türkiye’nin yetenekli bir genç kalemin metinleri olarak düşünülebilir.

RADİKAL

KİTAPLARI:

Ellerinde Kan Vardı 1995 Eko Yayınları

Çukura Sığmayan Adam (1998) Kendi Yayınları

Kar üşüdü (1997) Ulusal yayınları

Mühür (2000) Kültür Bakanlığı Yayınları

Sevdalı Irmaklar- (Munzur ile Pülümür) (2004)Yurt kitap-yayın

Külden Künyeler 2006 Artshop Yayınları

Senden Sonra Hiç Ağlamadım 2006 Artshop Yayınları

Aynadaki Kadın 2006 Yirmi dört Yayınları

Kar ve Kan (ceset fotoğrafçısı) 2008 Alkış Yayınları

Aldığı Ödüller:

35.Ulusal 9. Uluslar arası Hacıbektaş öykü ödülü(2.)1998,

Mülkiyeliler Birliği Vakfı Şinasi Özdenoğlu Ödülü (şiir 3.) 1998,

36.Ulusal 9. Uluslar arası Hacıbektaş öykü ödülü(2.)1999,

S.E.S (Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası) öykü ödülü Mühür kitabına (1.)2000,Avustralya SBS Radyosu düzenlediği şiir ve öykü yarışmasının Türkçe/öykü bölümünde (3.) 2004

Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması mansiyon ödülü(1.) 2006.

Naci GİRGİNSOY (KYÖD) öykü ödülü (2.) 2006

YAZARIN İKİ KISA ÖYKÜSÜ

TANRIYA KÜSMEK

Kısa boylu, esmer, yeşil gözlü, çenesinin ucunda uzamak için uğraş veren bir kaç tüy… Reşit, yaşamım boyunca tanıdığım en inatçı canlıdır. İnat dedimse öyle basit ayak diremeleri değil. İnatlaştığı an Tanrıyı da saymamıştır. Fakirlik ve cahillik de onun inadını kıramamıştır. Kendi felsefesini yaşamının sonuna dek uygulamıştır.

Güzün, ılık bir öğle sonu. Mahalle toz duman içerisinde. Yangın yok, deprem yok. Küfürler susmak bilmiyor, yalvarışlar sonuçsuz. Kadınlar umarsız izliyor Reşit’i. Gençler tarlada, harmanda. Kadınlardan biri seslendi çocuklara:

— Hurşit dedenizi sesleyin, koşun!

Çocuklardan biri haber vermek için koşarken topukları kıçına değiyordu. Reşit, kadın kız demiyor, duyulmadık, gün görmemiş küfürler, ediyordu. Duvarın üstünden boşluğa saldı atkıları; ha düştü ha düşecek. Kadınlar çığlık atıyor, umarları yok başkaca. Hurşit koşan çocuğun desteğiyle toplananların arasına katıldı. Kadınlar anlattılar: ‘Reşit kendi samanlık damını yıkıyor.’

Hurşit kızdı. Bastonunu uzattı Reşit’e doğru:

  • Yapma Reşit! Düşüp gebereceksin! Yıkma damı!

Reşit doğruldu damın üstünde.

Kızgınlıktan iki gözü birbirine girmişti. Kazmayı bir eline aldı, kasketini avluya fırlattı.

— Sen karışma Hurşit! Dam benim, can da benim, geberirsem aha kasketim! Sana kalır, kötü mü? Dedi kasketi göstererek.

Hurşit üstelemedi. Yıldaşı Reşit’i tanıyordu. Toplananlara döndü:

—Bırakın ne boku varsa yesin. Çekilin üzerinize taş-maş düşer, dedi.

Zaman ikindiye yaklaşıyordu. Hurşit ağır ağır caminin yolunu tuttu. Reşit hırsla yıktı samanlık damını. Kardeşinin oğlu Fahri samanı uzun ve yorucu bir yolla taşıdı. Mahalleli yardım etti Fahriye.

İkindi namazı bitti. Cemaat, kiliseden bozma camiyi boşalttı. Hurşit gitmedi evine. Avluya çıktı. İmam, Hurşit’i gördü. Belli ki bir sorunu vardı bu adamın. İmamlık az şey mi? Köyün ileri geleni, köylünün her şeyi. Her şeyden önce, tanrıyla köylü arasındaki ilk makam. Düşüncelerine ara verdi imam. Hurşit’e yaklaştı. Düşünceleri yüzünde dolaşıyordu.

—Hayırdır Hurşit, bir sıkıntın mı var? Dedi ellerini ovuşturarak.

Hurşit güvercinlere, gökyüzüne baktı. Başını hafifçe sağa sola oynattı.

— Ah imam efendi ah! Hangi sıkıntıyı söylesem, bilmem ki?

İmam bir elini Hurşit’in omzuna koydu. Keyiflenmişti.

—Hele anlat! Allah büyük, bir çaresi bulunur anlat sen.

“Allah büyük” Hurşit de bilincindeydi bunun. Fakat olayın çözümü “İmamda mı Allah’ta mı” bunu anlayamadı. Söylenmedi Hurşit bir zaman. Kiliseden çıkma taş direğe oturdular. Hurşit imama baktı.

— İmam efendi bu Reşit başımıza bela olacak.

— Ne yaptı melun!

—Öğleden sonra kendi samanlık damını yıktı. Fahri geçti diye.

İmam oturduğu yerden kalktı. Ellerini arkada birleştirdi. Ellerini çözdü, sakalını sıvazladı.

  • Yaa Hurşit, bu melunu da sürmeliydik köyden! Dedi.

Ellerini tekrar arkasına aldı. Hurşit seslenmedi, gözleri çayırda dolaştı. İmam iki adım sağa iki adım sola gidip geldi. Hurşit’in önünde durdu. Yıllardır çözemediği bir sorunu çözmüşçesine ışıldadı gözleri.

—Bu herif hem melun hem kâfir, şimdi buldum! Bu, Allah’ı da saymıyor, korkmuyor Allah’tan! Dedi.

Hurşit “İmam üşüttü, Reşit adını duyunca” diye düşündü.

Hurşit komşusunu, yıldaşını tanıyordu. İmam ağır suçlamalarda bulununca savunmaya geçti.

—Ne kâfiri, ne korkmaması imam efendi namazı niyazı bilir.

İmam’ın dişleri gözüktü, sakallarının üstünden, başını öne eğip kaldırdı hafif hafif.

— Onun niyazı eşek niyazı dedi.

Hurşit şaşkın. İmamın düşmanlığı neydi Reşit’e? İmam, Hurşit’in yanına oturdu.

—Hı hı, dedi. Nasıl namaz kılıyorsa duasız dutsuz, hı, nasıl namazsa!

Hurşit düşüncelerde. Güvercinler geçiyor içinden.

  • İmam efendi sen de bilirsin ki Reşit namaz kılar.

İmam tekrar kalktı. Tespihinin başını döndürdü.

— Hurşit dedi. Bu Reşit kardeşi Mecit’le küs değil mi?

— He Mecit’le küs.

— Eee bu adam hiç Mecit adını söyler mi?

—Yoo, söylemez, dedi Hurşit.

İmam başını hızlı hızlı salladı. Tespihini sıktı avucunda.

— Namazı duasız mı kılar? Dua etmez mi bu Reşit?

— Duasız kılmak olur mu, imam efendi?

— Eee hem Mecit demez; hem namaz kılar tövbe tövbe.

Hurşit güvercinlerin kanadındadır. Gagasındadır, düşmek üzeredir.

—İmam efendi Reşit’in namazıyla Mecit’in ne ilişkisi var?

İmam gülümsedi, “Bu Hurşit de cahil, imansız” diye düşündü.

—Hurşit Efendi, bilmez misin ki namazda Mecit vardır. Onsuz nasıl namaz kılıyor bu Reşit?

Hurşit bir imama bir minareye baktı. Anlamamıştı. Reşitle Mecit küs, bir arada olmamaları doğaldı, onun için.

İmam Hurşit’i kötü yakalamıştı. Bilgisizliğini yüzüne vuran, alaycı bir sesle;

—Hurşit, Hurşit hele biraz namaz kıl bulursun Mecit’i, dedi ve evinin yolunu tuttu.

Hurşit cami avlusundan ağır ağır çıktı. Düşünceleri karmakarışıktı. Güvercinlere kedi dadandı.

Yolda beş-altı defa namaz kıldı Hurşit. Mecit’i bulamadı. Mecit takılmadı diline, uzaklaştı düşüncelerinden. “Başlarım Mecit’e de Reşit’e de”, dedi içinden. Reşit çıkmadı düşüncelerinden. Her adımda gözlerini gördü; inatçı bir kartaldı Reşit. Acımasızdı, iki ay önce yaptıklarını düşündü “Çocukluğu da böyleydi. Ne istedin zavallı eşekten, kendi suçunu eşeğe yükledin.”

Hurşit eşeği kaçırdı, bastonu duvarları incitti. “Eşeğin ne suçu vardı?” haklıydı Hurşit. “Bir kavak kemirdi” diye Reşit eşeğe ne yapmıştı?

Eşeği yatırıp ayaklarını bağlamış sonra kerpetenle dişlerini çekmişti. Bir tek dişi kalmamıştı zavallının. Sonra sürmüş hayvanı kavaklığa “Hadi kemir, kemir hepsini” demişti.

Gaz lambası söndü. Hurşit’in gözleri tavanda. Düşüncelerinde Mecit’le Reşit saklambaç oynuyorlar. Yattığı yerde en az on rekât namaz kıldı, olacak gibi değil, karısına döndü:

— Akkadın, Akkadın gız bak bi.

Akkadın uykunun dibinde, baksa da göremez Hurşit’i. Hurşit çatlamak üzere, dayanamadı yeniden seslendi:

— Kız Akkadın, bak hele, dedi.

Akkadın o kadar itilip kakılmadan sonra ses verdi.

— Ne ulan! Torbaya mı girdi sabah? Dedi kızarak.

— Kız, bu Mecit nerde geçer?

—Herif adam yatıyordur evinde, nerden geçecek ki?

Hurşit kızdı sorusunu daha anlaşılır biçimde yineledi.

— Onu demiyorum kız, namaz da geçer?

—Namazda da geçmez buralardan, ya camide kılar ya tarlada kılar, dedi.

Hurşit ne yapsın? Reşit’e uzun uzun küfredip sustu. Hurşit sustu, Akkadın meraklandı.

—Herif ne olmuş ki Mecit’e? Dedi.

Hurşit yanıtlamadı Akkadın’ın sorusunu. Hurşit ve Akkadın sabahı zor ettiler. Reşit ve Mecit düşlerinde gezinip durdular.

Notasız horoz sesleri karıştı, imamın sesine. İmam sevmezdi horozları. Hurşit’in güncel sesi doldurdu odaları.

—Kalkın, kalkın öğlen oldu dedi ve avluya çıktı.

Kımıldayan olmadı, Hurşit söylenerek abdestini aldı, namaza durdu. Camiye yetişemezdi. Namazın sonunu getiremedi.

— Buldum, buldum Mecit varmış diyerek çıktı avludan. Akkadın baktı kaldı arkasından.

— Tövbe dedi, adam selam bile vermedi.

Cami avlusunda beş altı yaşlı insan vardı. Sabah namazlarına gelen azdı. Hurşit imama yaklaştı;

— Buldum imam efendi buldum, dedi.

İmam gözlerini ovuşturdu Hurşit’in sevincine bir anlam veremedi.

— Hayrola Hurşit, sabahın köründe neyi buldun?

Hurşit bulmuşluğun sevincini yaşıyordu, gururluydu, biliyordu.

— Mecit’i buldum, Mecit’i dedi.

Avluda bulunanlar da yaklaştı imama; şaşkındı bulunanlara baktı sıradan.

— Fe sübhanallah, Mecit kayıp mıydı Hurşit? Dedi.

Gülümsedi Hurşit. Onlarca kağnı yolu belirdi yüzünde.

—Yo imam efendi, o Mecit değil namazdaki Mecit’i buldum dedi.

Bulunanlar imama, imam onlara baktı. Hurşit minareye baktı. İmam anlamamıştı.

— Mecit namaza gelmedi dedi.

Hurşit imamın unutmuş olabileceğini anımsadı.

—İmam efendi hani Reşit, Mecit’e küs, Mecit demiyor ya!

Hurşit konuşmasını tamamlayamadı. İmam ağzından aldı sözü.

  • İyi de Hurşit namazımızla ne ilgisi var bunun? Dedi.

Hurşit bir camiye bir imama baktı, konuşmadı bir süre.

Düşünceleri değişti, “Koskoca imam bilmiyor muydu, Mecit’in hangi duada geçtiğini? Mahmut’un söyledikleri doğru muydu? Kandırıyor, oyalıyor muydu imam köylüyü?” Altndiş nokta koydu Hurşit’in düşüncelerine.

— Hurşit, Mustafa ağa, nedir çözemediğiniz?

Hurşit imama baktı, anlattı Mecit ile Reşit’in küskünlüğünü. Reşit’in Mecit- demediğini; bulunanlar şaştı, imam da. Hurşit olayı çözümlemenin mutluluğuyla:

— Ya böyle işte dedi.

İmamın yüzü değişti, ellerini önünde birleştirdi.

— Olmaz ki ümmeti Müslüman! Olmaz ki böyle, dedi.

Bulunanlar anlamadılar. İmam bakışların odağı oldu, saf köylüyü yakalamışlığın bilinci içerisinde devam etti.

— Hâşâ Allah’a kahretmek ve inkâr etmektir duayı bilerek eksik okumak.

Bulunanlar imamı destekledi.

—Ya öyle.

— Haklısın hocam.

— Olmaz ki!

— Allah Allah.

İmam tespihini cebinden çıkardı, küçük adımlarla yürümeye başladı. Bulunanlarda yürüdü, yemlenen güvercinler gibi, bir sağa bir sola yürüdüler. Başını salladı imam, bulunanlar “Allah Allah” çektiler. İmam durdu, bulunanlar çivilendi oldukları yere, imam bulunanlara:

— Tez çağırın Reşit’i, gelsin! Dedi.

Heyecanlandı bulunanlar, Hurşit avlu duvarına doğru yürüdü. Öküzleri suya götüren Kadir’i gördü, seslendi.

—Kadir, Kadir koş Reşit emmini çağır, imam acele bekliyor de!

Hurşit emmi babam bekliyor, dedi Kadir.

— Yürü ulan imam çağırıyor, ben değil!

Hurşit’in sesinden önemli bir olayın varlığı hissediliyordu. Kadir geriye doğru dönüp koştu “İmam çağırıyordu, imam köyün her şeyi. İmam Allaha en yakın adam. Kısmet kesilir bereket biterdi.” Koştu Kadir, düşüncelerini yere düşürmeden. Reşit öküzleri koşmak üzereydi. Kadir nefes nefese girdi avluya.

— Reşit emmi, Reşit emmi imam çağırıyor.

—Ne var oğlum ne oldu, kurt mu kovaladın? Nefeslen az, dedi, sakin ve soğukkanlı. Kadir devam etti konuşmasına.

— Reşit emmi, imam acele seni bekliyor hemen gideceksin.

Reşit sağ elinin tersini diğer elinin ayasına vurdu.

— Tövbe, ulan sanki reisicumhur, bizim malları ehlibeyt mi doyuracak! Dedi.

Öküzleri bıraktı avluya, kasketini taktı başına, yürüdü. Kadir önde Reşit arkada yürüdüler, cami avlusunun duvarına kadar söylendi Reşit. Kadir Hurşit’i gördü.

—Aha geldi Hurşit emmi, dedi ve öküzlerinin yanına gitti.

Reşit avluya çıktı, hızlı adımlarla yaklaştı bulunanlara.

İmam başını salladı, gözünü kısıp.

— Gel bakalım Reşit Bey, gel hele, dedi başını sallamaya devam ederek.

Reşit iki adım daha yaklaştı, ellerini belinde birleştirdi. Kasketini tutup hafifçe oynattı yerinden.

— Hayrola Mustafa Efendi sabah sabah, dedi.

İmam bozuldu her zaman olduğu gibi. Köyde imama adıyla seslenen tek kişiydi Reşit. İmam uzatmadı konuyu.

— Reşit bey duydum ki kardeşin Mecit ile küsmüşsün.

— He küsüm, dedi Reşit kısaca. İmam devam etti:

— Ve adını hiç söylemez, diline almazmışsın öyle mi?

— He öyle, dedi Reşit.

— Sen namaz ‘da kılarsın.

— Hee kılarım.

— Kılarsın yaa kılarsın.

— Peki, salâvat dualarını da okur musun?

Reşit ellerini belinden çekti, kasketini düzeltti, ellerini arkasında birleştirdi.

— He okurum.

İmam bulunanlara baktı. Bulunanlar imama, Reşit’e baktılar. İmam Reşit’e yaklaştı. İki sakal boyunda durdu, dişleri birbirine değdi imamın.

—Reşit bey salâvat duasını sesli oku da, biz de bilelim nasıl okunduğunu, dedi.

Reşit kasketini eline aldı, sağa sola büktü başını.

Duayı bulunanların işiteceği bir sesle okumaya başladı. Bulunanlarda Reşit okudukça başlarıyla doğruladılar. Reşit duanın sonuna yaklaştı. Bulunanlar “Ne güzel okuyor, şimdi ‘hamüdün Mecit, âmin’ diyerek bitirecek” diye düşünürken Reşit’in sesi yükseldi.

—İnnake Hamüdün Reşit, Âmin! Dedi ve sertçe başını indirip kaldırdı.

Bulunanlar gülmeye başladı. İmam gökyüzüne ellerini açtı.

—Hâşâ hâşâ! Ey Müslümanlar, şu adama bakın. Allah’a karşı geliyor, kelamını değiştiriyor; seni astıracağım Reşit!

Reşit kasketini taktı, bir iki adım yürüdü, geriye döndü, kıstı gözlerini başını kaldırdı;

— Efendi, efendi, Allah onun öyle bir kul olacağını bilse Reşit diye kelam ederdi Muhammed’e, dedi ve ekledi;

  • Sen benim duamla uğraşma da güvercinlerini yemle.

İmam, bulunanlarla konuşmadan hızlı adımlarla ayrıldı avludan.

Gün batmadan olay köyde duyuldu. Reşit’e kimse çok görmedi yaptıklarını. Camiye gelenlerden birçoğu namazı kılmadan gidiyordu. Avluda Reşit’in soyundan birilerini görmeleri yeterliydi. Namaz kılmaya kalanlar salâvat dualarında gülüyor, namazı bozuyorlardı.

İmam Mustafa bir ay dayanabildi. Köyden göç ederken vedalaşmadı kimseyle.

— Hâşâ hâşâ, diyerek göçüp gitti köyden…

HAVVA

Ona neden “deli” derlerdi. Henüz anlamış değilim. Kasabadaki birçok akıllıdan daha akıllıydı. Yaz kış sokakları çıplak ayakla dolaşır, su, ekmek ya da giyecek isterdi insanlardan. Kaplumbağadan biraz hızlı yürüyüşüyle, duvar diplerinden ilerler ve her gördüğü insanla selamlaşır, konuşurdu. Onun belirgin bir özelliği de büyük, küçük herkesi tanımasıydı. İsterse yıllarca görmediği biri olsun, yüzüne bakar kim olduğunu söylerdi. Yabancı ise ağır bir ses tonuyla, gülümseyerek:

—Yoo, derdi, sen elsin.

Kimselere zararı dokunmaz, canlıları incitmezdi. Kasabanın demirbaşı olan bu kadına yediden yetmişe “Havva” derdik. Birisi onu anlatacak olursa “Deli Havva” diyerek söz eder, fakat çocukların dışında Havva’nın yüzüne kimse ‘deli’ demezdi. Onun için söylenen bir tekerleme vardı:

“Bahçelerde ham armut Havva’yı … en cin Mahmut”

Bu tekerlemeyi duyduğum an, insanların zavallılığını düşünür, onlara kızardım. Havva gibi birisine kim ne hakla dokunabilirdi? Kızdırıp vurmaya kalkışmadıkça ağlamaz, ağlasa da çabucak unutuverirdi. Yüz kilodan fazla çeken ağırlığını kocaman nasırlı ayakları her gün başka yerlere taşırdı. Akşamüstü duvar diplerinden ağır ağır evine yürürdü. Evinin yerini kasabalı olmamıza karşın öğrenememiştim. “Deli Fikri’nin kızı” derlerdi, Havva için. Deli demelerinin nedeni belki de babasından kaynaklanıyordu.

Benim için hiçbir zaman deli değildi Havva. Yüzündeki gülümseme bana özgürlüğü anımsatırdı. Pembeleşen yanaklarını rüzgâra karşı koyan dağ güllerine benzetirdim. O, yaşamın peşinden değil, yaşam onun peşinden sürüklenirdi “Havva beni yaşa” diye.

Havva’yı birkaç gün göremezlerse herkes birbirine merakla sorardı:

— Deli Havva yok ortalıkta, nerede acaba?

—Aman, ona baba değmez, nerede olacak, sürtüyordur.

İnsanlar onu önemsemez görünse de onsuz yapamazlardı. Kim bilir, belki de onu görüp hallerine şükür ediyorlardı. Yere para bırakıp “bu senin olacak alabilirsen” diyerek onun dakikalar süren uğraşını zevkle izleyen gençler ne kadar akıllıydı! Onca uğraşına karşın parayı alamaz ağlardı…

Oysa Havva onların tanıdığı et yığınından oluşan bir insanın ötesindeydi. Aç bir sokak kedisine evine götürmek üzere topladığı yiyecekleri verecek kadar insandı. Üşüyen bir köpek yavrusunu entarisinin bir parçasını yırtıp saracak kadar insandı.

Mahallemize gelmeyeli birkaç gün olmuştu, sokağın başında göründüğünde, koşarak annemi müjdeledim.

—Anne, anne Havva geliyor, dedim.

Annem o gün ne işle uğraşıyordu, anımsamıyorum, işi bırakmadan beni yanıtladı, sevincimi paylaştı. Gülümseyerek:

— Hadi oğlum, git bir şeyler hazırla, acıkmıştır, dedi.

Koşarak mutfağa girdim, kavun, peynir ve ekmek alıp avluya çıktım. Elimdeki yiyecekleri bir kenara bırakıp sokağa, Havva’yı gözetlemeye koyuldum. Havva’yı göremeyince merak ettim. Kimin evinde olabilirdi? Hacı amcalarda, Efendi amcalarda ya da Tanko’da olabilirdi. Gözüm evlerin kapılarında, nereden çıkacağını beklemeye başladım. Havva çok geçmeden iki ev yukarımızdan Fevkıya Hala’nın evinden çıktı. Koşarak önüne geçtim. İki kolumu kaldırarak yolunu kestim. Yüzünde özgürlük dolu gülümsemesini görüp ben de gülümsedim ve sordum:

— Havva, ben kimim?

  • Sen, Latife aplamın oğlu Özgür’sün.

Nasıl unutmamıştı, her defasında biliyordu.

— Peki, o zaman babam kim?

— Kadir.

Babamı da bilmişti. Kimi sorarsam biliyordu. Kasabada bilmediği, tanımadığı kimse yoktu. Daha zor sormalıydım. Havva bildikçe ben seviniyordum.

—O zaman Latife kimin kızı? Hadi bil de göreyim.

O eşsiz gülümsemesi yeniden belirdi yüzünde.

— Latife apla, dokdor emmimin kızı, dedi.

Bir daha sormadım, önünden çekildim. Avlumuza gülümseyerek girip, annemi gördü. Duvar dibine yaklaşıp seslendi.

— Latife apla kolay gelsin.

Annem bu sıcak, samimi insana sevecenlikle karşılık verdi.

— Sağ ol Havva. Nerelerdesin kaç gündür?

Havva annemi yanıtlamadı, gülümsemekle yetindi. Annem de ona Havva diyordu, ama hangisi büyüktü bilmiyorum? Annem Havva’ya sediri gösterdi.

— Havva, dedi, geç otur.

Havva ağır adımlarla sedire yaklaştı ve oturdu. İçimden O’na sorular sormak geliyordu, soramıyordum. Belki de tanıdığım gibi kalmasını istiyordum. Utanarak yemeye başladı, kavundan, peynirden. Gülümsemesi her lokmada şekilleniyor, utancıyla karışıp yüzünü renklendiriyordu. Annem de yanına oturup birkaç lokma yedi. Ben Havva’yı incelemeyi sürdürdüm.

Kocaman ayakları nasırlı ve çatlaktı. Toprakla temas eden kısımlar çatlaklarla doluydu. Yer yer bir kalem ucunun sığabileceği genişlikte, yer yer inceydi. Elleri de kalın ve kocamandı. Bir yufkayı dürüp eline aldığı zaman, dürüm elinde kayboluyordu. Hırkasının cepleri dolu ve sarkıktı. Ayak bileklerinin üzerinden başlayan entarisi yamalarla doluydu.

Geniş bir yüz, gülen iki göz ve ağlamadığı sürece kapanmayan ağzı, dağınık, kısa saçları vardı. Çirkin veya güzel benzetmesi yapamıyordum, böyle bir ayrıma gereksinme duymuyordum. Son lokmasını yuttuktan sonra kendisini incelediğimi gördü ve başını iki yana salladı. Utandım, gözlerimi boşluğa çevirdim.

Kalkmak üzereydi ağlamaklı bir sesle:

—Latife apla dedi. Bak bu entari iyice eskidi, varsa seninkini bana ver.

Havva’nın bu isteğini annem geri çevirmedi. Eski olmayan fakat giyilmiş bir entari verdi.

Havva sevinçle entariyi kucağına yerleştirip kalktı.

— Havva, dedi annem. Sakın kimseye verme, olur mu?

— Vermem apla, vermem, dedi.

Elinde yaralı bir kuş taşır gibi çıkıp gitti avlumuzdan ve sokağımızdan.

O gün son görmüşüm oldu Havva’yı.

                                                                                            (Ahmet Palta ve Havva)

Yıllar sonra Havva’dan haber geldi. Uzak bir kentte “kimin kim” olduğunu bilmeden, yeni entariler içinde ölmüştü. Üzüldüm, bir daha soramayacaktım Havva’ya “ben kimim?” diye.

Heykeltraş… AHMET ULUDAĞ

 AHMET ULUDAĞ

Kasabamıızdan insan manzaraları deyince, gerçekten süprizlerle karşılaşıyoruz. Her yönüyle; özellikle o kadar çok sanat sevdalı insanlarımız var ki…

Bunların hepsi bizim zenginliğimiz. Bir kasabadan kaçtane yazar, ressam, heykeltraş, müzisyen, el sanatları ustaları çıkar diye sorsak; Çepnimizin nekadar ayrıcaklı olduğunu o zaman görürüz. Bu ayrıcalık bizler için kibirsiz bir onurdur.

Yalnız burada şu soruyuda sormadan edemiyeceğiz. Acaba bu farklılıkların bilincinde miyiz? İçimizdeki bu değerlerden yeteri kadar faydalanabiliyor muyuz?

Genel olarak yanlış bir kanı var toplumda. ”Aydınlar topluma muhtaçtır” diye. Oysaki gerçek bunun tersidir. Toplumlar aydınlara muhtaçtır. Aydın; hangi dalda olursa olsun yalnız başına üretimini yapar, ileri gelişimini sağlar, ilerletir. Fakat toplumlar değil. Toplumların bu süreci yaşamalarının şartı onlara rehberlik yapacak, ışık tutacak aydınlarına sahip olmalarıdır. Yani aydın toplumsuz yaşar ama toplum aydısız yaşayamaz…

Aydın insan deyince yaygın kanaat, bunlar, konuşan, yazan kişilerdir. Heykeltraşı, ressamı, müzisyeni bu sınıfa katmazlar. Bundan dolayı bizim toplum genelde konuşanların ağzına bakmış ve onları doğru sanmıştır. Oysaki esas aydın düşüncesi ile yaşamını, pratiğini; başka ifade ile düşünce ile beceriyi birleştirip bunu görülen, hissedilebilen maddi bir şekle dönüştürebilmektir, Neden böyle bir giriş yaptık?

Bu bölümde sizlere tanıtacağımız bir Çepnili sanatçının konumu gereği diyelim… Bu sanatçımız heykeltraş… Daha önce Haluk Şafak arkadaşımızı tanıtmıştık; kuru, çürümüş, bir kenara atılmış ağaca can veren heykeltraş… Şimdi ise taşa evet taşa can veren bir Çepnili heykeltraşımızı tanıtacağız; Ahmet Uludağ. Bizim bu sanatçılarımıza ihtiyacımız var; onları onurlandırmak ve desteklemekle toplumumuzun bilgi ve sosyal değerlerini yükseltmiş oluruz

1950 yılında Çepni’de doğdu… İlkokulu Çepni’de okuduktan sonra Mersin’e gitti ve ortaokulu dışardan imtihanlara girerek bitirdi. Bir süre Mersin’de Çocuk Bakım Yurdunda çalıştı. Bir yıl Libya’da işçi olarak çalıştıktan sonra tekrar Çepni’ye döndü. Çepni’de Yem Fabrikasında işe başladı ve emekliye kadar orada çalıştı.

Bugün okul yaşlarında başladığı resim yapma, güzel yazı yazma uğraşısına, kayalığın sessiz taşlarına can vermeyide eklemiş; sanat dolu bir yaşam sürdürmekte.

 

 

 

 

 

memleketimden insan manzaraları…ALİ ÖZALP

ALİ ÖZALP

1924 Doğumlu Osman Efendinin oğlu Halil Özalp’ın ilk çocuğudur.

İlk Okulu köyümüzde bitirmiştir. Kayseri Pazarören Köy Enstitüsü öğretime açıldığında oraya girerek 1943-1944 öğretim yılı sonunda mezun olup öğretmen hüviyetini kazanmıştır.

Babamı anlatmak öyle birkaç sayfaya sığacak kadar az değil onu anlatabilmem için kitaplar yazmam gerekli.

 

Babamın o bölgede yapmış olduğu çalışmalar yetiştirdiği öğrenciler okullar arası yarışmalardaki başarıları ve yapmış oldukları piyes ve gösteriler ile ünü Şarkışla ilçesinin dışına taşarak çevreye yayılmıştır.

Köyümüzden sürgün ettiren ağalarda bunu duymuşlar ve bu sefer yalvararak babamı köye getirmişlerdir.

Köyümüz artık Kasaba olmuş ve Belediye ile yönetilmektedir. Babamın köye yapmış olduğu hizmetleri anlatmayla bitirmek mümkün değil.1961 yılında ilkokulun bitirilmesi, okulun ve bahçesinin yapımında da bizzat çalışması, orta okulun açılması için yapmış olduğu çalışmalar ve sonunda açtırdığı,

Herkesçe bilinen hizmetleridir.1960-1963 yıllarında Belediye Başkanlığı da yapmıştır Köyün içme suyunun getirilmesi, yolların yapılması karakolun altından başlanarak mezarlığa kadar yola taş döşenmesi ve daha birçok hizmet hep onun zamanında yapılmıştır_–.Köyde okuma yazma oranı babamın baş öğretmenliği sırasında yükselmiştir, ben çok iyi hatırlıyorum okulların açıldığında tüm öğrenciler sıraya geçer köyü marşlarla dolaşarak öğrenci toplardık. O bayramlarda köy meydanında kürsüden yapmış olduğu konuşmalarla bu günleri anlatıyordu adeta.

Babamın hizmetlerini saymakla bitirmek mümkün değildir 1969 yılında Sivas merkeze tayini çıkmıştır orada da aynı başarılı öğretmenliğini göstermiştir orada görevini sürdürürken yazın köye geldiğimizde Almanya da çalışan ve çoğu öğrencileri olan Almancılar diyeyim yalvardılar Hocam ne olur emekli ol bizi gavurun elinden kurtar Çepni Gücü Yem Fabrikasını kur diye adeta yalvardılar babam ısrarlara dayanamadı 1974 yılında canı kadar sevdiği öğretmenlikten emekli oldu ve fabrikayı kurmak için işe koyuldu. Elinden gelen her türlü çalışmayı yaptı tek çalışanların parası boşa gitmesin diye Ankara ya geldiğinde otellerde kalmadı lokantalarda yemek yemedi ablamın evinde yattı kalktı orada yedi başkaları gibi lüks otellerde kalıp lüks lokantalarda yiyip harcırah almadı, ben çok iyi hatırlıyorum geceleri uykuları kaçardı kalkar hesap kitap yapardı, fabrikaya giderken fabrikanın arabasını çağırmaz o yöne giden traktörlerle giderdi.

Her hizmette başarılı olduğu gibi o işi de başardı ve fabrikayı kurdu çalıştırdı faaliyete geçirdi. Ama sonuç o kadar çalışmanın karşılığı bir sürü dedi kodu iftira ile teslim alanlar fabrikayı başkalarına teslim ettiler.

Bu işi de teslim ettikten sonra yukarıda fotoğrafını sunduğum evimizin alt katındaki bir odayı ATATÜRK resimleri ile düzenleyerek müze haline getirmiştir. Burada bulunan ziyaretçi defterine gelenler duygularını yazarak bildirmişlerdir. Ziyaretçiler arasında Sivas Valileri, Kaymakamlar, şimdiki Osmaniye Valisi Celalettin Cerrah öğretmenler öğrenciler yazmışlardır. Kayseri den Bölge Asayiş Komutanı Tuğgeneral ziyarete geldiğinde odayı görünce ağlamış ve hocam ben şimdi çok duygulandım bir şey yazamam gidince ben yazar gönderirim der babamı kutlayıp Kayseri’ye davet ederek ayrılır, resimde de görüldüğü gibi sağ köşede çerçeveli yazıyı gönderir. Aynı şekilde Alay Komutanı Albay da yazarak duygularını bildirmişlerdir. Rahmetli babamı her arayışımda bir isteğinin olup olmadığını sorardım oğlum biraz ATATÜRK rozeti gönder derdi abartısız söylüyorum 500 e yakın rozet göndermişimdir, kendisinin aldığı hariç.

Köyümüzdeki Lisenin önüne kendi parasıyla ATATÜRK büstü yaptırmıştır onu da ben Ankara dan gönderdim. Bir adette ilkokulun önüne gönderdim Osman Akdağ hocam yaptırdı. Babam Salı günleri Gemerek e gider orada lisede derslere girer ATATÜRK hakkında konferans verirmiş. Lisenin Müdürü bizim köye geldiğinde lisenin önündeki Atatürk büstünü görür ve babama hocam kasabanın lisesinde Atatürk büstü var Kazanın lisesinde büst yok diyerek babamdan yardım ister, Babam beni aradı oğlum durum böyle, bir büst de oraya aldım ambalajladım Sivas a giden otobüslere vererek Cinpolat tesislerine bıraktırdım oradan alıp Gemerek lisesinin önüne de yaptılar. Aynı Müdürün ataması Ankara Etimesgut ta bir liseye çıktı Babam Ankara ya geldiğinde ziyaretine gittiği , beraberce derse girerler babam yine Atatürk hakkında öğrencilere bir konferans verir zil çalar ve öğretmenler odasında çay içerken bir kız öğrenci ağlayarak öğretmenler odasına girer ve hiç kimse bize ATATÜRK ü böyle anlatmadı diyerek babama sarılır ve ellerinden öper.

Babamın anıları nı anlatmakla bitiremeyeceğimi yukarıda belirtmiştim; son bir anısını anlatıp yazıma son vereceğim, Ankara da Hacettepe Hastanesinde yatmakta olan Haydar Demirel ağabeyi ziyarete gittiğinde salonda beklerken yanını badem bıyıklı yobaz tipli iki kişi yaklaşır ve babamın yakasında takılı büyük Atatürk rozeti ve altında takılı bulunan Cumhuriyetin 75.yılını gösteren rozete bakarak güya dalga geçerler kendi akıllarınca amca gazi herhalde derler amca, hangi savaştan gazisin diye sorarlar, Babam yüzlerine şöyle bir bakar ve ben emekli öğretmenim 30 yıl cehaletle savaştım, savaşım hala devam ediyor diyerek cevap verir ve o iki kişi yanından hemen uzaklaşırlar.

Babam gerçekten cehaletle savaştı yüzlerce öğrenci yetiştirdi binlerce kişi ile mücadele etti çalıştı uğraştı Devlet işini kendi işinden önce gördü, hiçbir zaman yaptığı işten kendisine menfaat sağlamadı.

Babam gerçekten iyi bir öğretmendi, yazımı sonlandırırken KÖY ENSTİTÜLERİNİ kapatanları lanetliyorum. O Okullar kapatılmasaydı Türkiye bugün bu hale gelmezdi.

ALİ ÖZALP: 1960 – 1963
Bu dönem Türkiye genelinde seçilmişlerin yerine atanmışların yönetime başladığı dönemdir. 1960 ihtilali olmuş ve kasabamıza da Ali Özalp belediye başkanı olarak atanmıştır. Çepni’de ki eğitimin gelişmişliğinde en büyük etkiye sahip Ali Özalp öğretmenimiz seçilmiş belediye başkanı gibi hizmet etmiştir. İlkokul bitirilmiş (1961), ortaokul inşaatına başlanmıştır. Yol ve içme suyu çalışmaları da önemlidir.

 

Evini Atatürk?ün resimlerinin yer aldığı müzeye çevirdi

20 Ağustos 2007 Pazartesi 16:24

Sivas?ta emekli bir öğretmen, Atatürk resimlerinden oluşturduğu koleksiyonunu dokuz yıldır evinde sergiliyor.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yüzlerce resimlerinin bulunduğu sergi, çevre köy ve illerden gelen binlerce ziyaretçisini ağırlamış. Sergiyi gezmeye gelen ziyaretçiler, evde bulunan ziyaretçi defterine de, sergi hakkındaki görüşlerini yazabiliyorlar.
Sivas’ın Gemerek ilçesine bağlı Çepni beldesinde yaşayan 83 yaşındaki Ali Özalp isimli emekli öğretmen, öğretmenlik yıllarında Atatürk resimlerinden oluşturduğu resim koleksiyonunu evinde sergilemeye karar vermiş. Atatürk’ü çok sevdiğini dile getiren Ali Özalp, her gün akşam yatarken ve sabah katlığında, yatağının başucunda bulunan Atatürk’ün yazdığı Gençliğe Hitabeyi okuduğunu söylüyor.

Ali Özalp bu resim sergisini açmasının sebebini ise şöyle özetliyor: “Atatürk öldüğünde ben ilkokul 5. sınıfa gidiyordum. İki tane jandarma sınıfımıza girerek öğretmenimizi dışarı çağırdı ve öğretmenimiz tekrar sınıfa geldiğinde ağlayarak Atatürk’ün öldüğünü bize söyledi. Daha sonra Atatürk için okulumuzda bir tören düzenlendi. O törende M. Kemal Atatürk’ü daha yakından tanımaya karar verdim ve öğretmenlik yıllarımda da O’nun ilke ve inkılâplarını öğrencilerime aktardım.”

Atatürk ile ilgili eline geçen bütün resim ve posterlerini biriktirdiğini söyleyen Ali Özalp, emekli olduktan sonra resim koleksiyonunu Gemerek ve beldelerindeki resmi kurumlarda sergilemeye karar vermiş. En son biriktiriği resimleri dokuz yıldır evinde sergilemeye karar veren Özalp, Sivas’tan ve çevre illerden birçok devlet büyüklerinin ve askeri erkânın sergisini ziyarette bulunduklarını söylüyor. Ali Özalp, ziyaretçilerin görüş ve sergi hakkındaki düşündüklerini, sergi odasında bulundurduğu ziyaretçi defterine yazdırmayı da ihmal etmiyor.

9 yıldır evinin bir odasını resim sergisi için kullanan Ali Özalp, çocuklarına da ömürleri boyunca serginin açık kalmasını vasiyet etmiş. Beldede başöğretmen kimliğiyle de tanınan Ali Özalp, Çepni’nin de ilk öğretmeni. Resmi bayramlarda kürsüden halen şiir ve Atatürk’ün hayatını anlattığını söyleyen Ali Özalp’in gençlere birde tavsiyesi var. Özalp gençlere, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini yüzünden değil, anlayarak okumalarını tavsiye ediyor.

(HABER.COM)

 

 

SİVASIM

Çıksam Kalem’e seyretsem seni

Doyamam sana güzel Sivasım

Kim yaptı Kale’ni kim kurdu seni

Tarihin çok eski bilemem Sivasım

Kurtuluş savaşında sen bir hisardan

Mustafa Kemal’e sadık bir yardın

Milli Misak ile sen karar verdin

Cumhuriyet temelini atmaya Sivasım

Bol suyun var bayırdır yerin

Her köşende dolu tarihi eserin

Temizdir havan rüzgarın serin

Şehirler içinde yayla Sivasım

Kale gibi duruyor Sivas Lisesi

İçinde çınlıyor Atamın sesi

Durmadan çalışan Cer Atölyesi

Lokomotif vagonlar yapan Sivasım

Sanat Lisesi, Öğretmen Okulu

Çalışır gençlerin kafası kolu

Cezaevi dokur güzel halı

Halısı iklimi şanlı Sivasım

Ulu Cami ile Çifte Minare

Timur tarafından edilmiş harabe

Yeniden başladın onları sen de imara

Turistik yerlerin çoktur Sivasım

Kadı Burhanettin korudu seni

Türktür Timur ama derindir kini

Ala düşürtüp öldürttü onu

Kahramanını yitiren Sivasım

Buruciyenle bir de Gökmedrese

İlim kültür aşıladı herkese

Timur ki samanla boyamıştı ise

Onları yeniden silen Sivasım

Beş ortaokulu üç tane lisesi

Eksiktir ah bir üniversitesi

O da yapılacaktır duyuldu sesi

İlim irfan dolu benim Sivasım

Durmaz çalışır Çimento Fabrikası

İşlenir Merakümün toprağı taşı

Yazları kuraktır çok soğuk kışı

İklimin de başka Sivasım

Onbir ilçen var biri de Gürün

Suyu boldur çok verir ürün

Sivasın bağlarını orada görün

Türkülere karışan ünlü Sivasım

Yıldızeli Zara bir de İmranlı

Koyulhisar’ın ormanları şanlı

Kızıldağ, Tecer, Karababa dumanlı

Ünlü dağların var senin Sivasım

Ünlüdür Bedutun Şarkışla Ovası

Güzeldir kilimleri hastır boyası

Uzunyaylalar arap tayın yuvası

Her alanda ünlüdür benim Sivasım

Gemerek ilçesi kültür kalesi

Altı ilkokulu var üçte lisesi

Her tarlasında bir motor sesi

Durmadan çalışır inan Sivasım

Suşehrinin bülbülleri ötüşür

Hafik Kangal’da buydayın yetişir

Kızılırmağın Karadenize bitişir

Irmağın çayların boldur Sivasım

Divriğin dağlık kayalık yeri

Dağlarında boldur demir cevheri

Elel verip çalışalım hemşehri

Geliştirelim seni benim Sivasım

Özalpım burda kes artık sözünü

Al ozan eline sende sazını

Görün halaylarda erkekle kızını

Folklörün ozanın boldur Sivasım

                                                     ALİ ÖZALP

                                                      1971