memleketimden insan manzaraları… İSMET AKDAĞ

İSMET AKDAĞ

Sivas’ın Çepni Kasabasında doğdu. Gönen Köy Enstitüsü’nü 1955 yılında bitirdi ve Ankara Turgut Reyis İlkokulu, Ankara Ayaş Karaca Miran Köyü İlkokulu, Sivas SHafik Gerne Köyü İlkokulu, Sivas Gemerek ViranKöyü İlkokulu, Sivas Gemerek Çepni Kasabası İlkokulu, Sivas Gemerek Yeniçubuk İlkokulu,

 

Tunceli İlkokulu, ve Tunceli ve çevresi eğitim müfettişi olarak 1971 yulına kadarTürkiye’de, 1972-1994 yılları arasında Almanya’nın Oberhausen ve Wuppertal kentlerinde öğretmenlik yaptı.25 Ağustos 1994’de aramızdan ayrıldı.

 

Can dostum İsmet Akdağ Fakir BAYKURT

Şerife Ulusoy Teyze bana demişti ki: ” Orda bizim İsmet Akdağ var, ona gidersin ! Sana yardımcı olur. ”

Gemerek ilçesine bağlı Çepni köyünü duymayan var mı ? Tıpkı Karaözü gibi çocuklarını okutan bir köydür. Emlek toprağında, Veysel’e yakın. Taşı ağır köylerden biri. Üç yüzden fazle evini Almanya’ya göçürmüş. Avusturalya’ya gidenler var. Elbet öbür Avrupa ülkelerine de gitti biraz. Almanya’ya gidenlerin çoğu Wuppertal’de eyleşir. Berlin’i, Köln’ü yurt tutanlar da vardır.

Üç yüze yakın aile; otuz yıldır Çepni’ye üçtür beştir yollar. Adrese ” Çepni Sivas ” diye yazarlar. Alman postacı sorar: ”Sivas mı büyük, Çepni mi ? ” Sivas ildir, biyik olabilir. Ama Çepni daha büyüktür. En başta gönüllerdeki yeri büyüktür. Uzaktan bakarsan derenin içinde bir köy. Orada Alevi, Sunni karışık, barışık yaşar. Adam yakma, birbirlerine kötü bakma huyları yoktur.

Ben onların adını, övgüsünü çon öncelereden duydum. Arkadaşım Selahattin Şimşek oralıydı. Onu Gazi Eğitim yıllarında tanıdım. Yöresini, yaylasını Varlık dergisinde pek güzel anlatırdı. Koç katımlarını, Koca Sivri’yi… Doğa betimlemelerini iyi ressamlar gibi her ayrıntıyı yerli yerine koyarak pek güzel yapardı. Hakkari’de ilköğretim müfettişi olarak çalışırken bir görev yolculuğu sırasında, Zap suyunda boğulup öldü genç yaşta.

Sözü biraz daha uzatacağım. Çep’yi bana sevdiren, Balıkesir Burhaniye’de Şerife Hanım Teyze’dir. Onun oğlu köyler tahsildarı Avni, iki evli Tekin, sevgili saygılı Mustafa, gelinler, kızlar, köylerini güzel güzel anlatırlar. Almanya’ya gidenleri tek tek, hem de öyküleriyle anarlar. Kuduz’un Uşakları’nın yaşamı çok güzel bir roman olur. Bu insanları yeni çevreleri içinde daha yakından tanımak için Almanya’nida biraz kalmak, aralarına karışmak, yitmek istiyordum. Ama delilsiz tekkeye girilmediği gibi, Wuppertal’deki Çepnililerin yolu da yalnız bulunur mu ? Kime gideceğim ? Kim düşecek önüme? ” İsmet Akdağ’ı ara bul, o sana kesin yardımcı olur…”

Ben de öyle yaptım. 1979′da Duisburg’a gelince ilk işim Wuppertal’a gidip İsmet Akdağ’ı bulmak oldu. Çepnililer Elberfeld bölümünde, çoğu birbirine yakın oturuyordu. Sokağı, adresi buldum da, zilllerden hangisi onun, bilemedim. Çünkü kiminde ad var, kiminde yoktu. Çoğu tükenmezle, Türk yazısıyla yazılmıştı. Onların tuşlarına basar gibi bütün tuşlara yukardan aşağı, aşağıdan yukarı bastım gitti. Çokgeçmedi, sokak kapısı açıldı. Yukarı doğru kıvrıla büküle beş altı kat çıkan merdivene baktım. Beyaz bluz, siyah pantolon giymiş, başları açık hanımlar, acaba bizi arayan kim? Diye aşağı bakıyordu. Söylediler, İsmet Hoca’nın dairesi en yukardadır.

Çıkıp vardım. On dakika sonra hepsi oraya geldi. Gör kap oldular. Sanki hepsi beni tanıyor; hoş geldin, beş gittin ! Üç gün de salmadılar. Şazigil’de, Salimgil’de toplandık. Erkekler yer içerken kadınlar baş kaldırdı: ” O kadar arkaya itmeyin bakalım bizi ! Biz de şerefe demeyi biliriz ! ” Şaşırmış baktım yüzlerine: ” Yahu siz nerelerdeydiniz ? Neden hiç sesiniz duyulmuyordu ? ” Gülüştük, daha candan söyleştik ondan sonra. Hepsi teker teker evine almak, ağırlamak istiyordu. İsmet Akdğ’ın kızı Tülay alıp şehri gezdirdi. Havaya asılı trene bindirip dolaştırdı. Wuppertal’e varınca ayrılmak kolay değildir, Ressam İsmail Çoban’a da uğradım, halini hatırını sordum nasıldır, iyi midir?

İsmet Akdağ beni hemen Oberhausen Osterfeld’teki okuluna götürdü.Orda Albert Schweiser Ortaokulu’nda bizim işçi çocuklarının Türkçe öğretmeniydi. Üç aya yakın derslerine girdim. Çocuklarla küçük bahçelere, yüzme havuzlarına, hem de evlerine gittik. Konuşup görüştük doyasıya. ” Barış Çöreği” öykülerini böylece yazdım.

İsmet Akdağ bana iyi yardımcı oldu. Oberhausen’da çalşıyor, Wuppertal’de oturuyordu. Her gün gidip geliyordu otomobille. Çünkü Wuppertal’de eşinin de işi vardı. Tülay’da çalışmaya başlamıştı, öbürlerinin okulu sürüyordu daha. Oberhausen’da meslekdaşımız Renate Weckfert’in sınıfına da onun yardımıyla girdim, öğrenciler sorular sordum, epey bilgi aldım. Onların yardımıyla birçok gerçeği kavradım. Romanlarımda öykülerimde kullanacağım gereçleri topladım. İsmet Akdağ hep yardımcı oldu.

Aramızda altı yaş vardı. Ben 1929′luyum, o 1935′te doğmuştu, hem de benim gibi Isparta Gönen’de okumuştu. Sonra ” Yoksullar Ünüversitesi ” denilen Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirmişti. 1972′e kadar ağı çivi yurtta çalıştı, sonra bırakıp Almanya’ya geldi. O zaman yurt dışına tam on bin öğretmen çıktı. Öğretmen sürmeyi, kıymayı bilen devletimiz, ne yazık öğretmene bakmayı bilmiyordu. Üstelik sürekli baskı yapıyordu. Sonu gelmez sürgün, kıyım, sendika kurmak suç, üye olmak suç.

 

İsmet Akdağ, Çepnililerin çoğu gibi hoş söyleşili, konuşuklu bir insan. Ama kellesini kessen kendi çektiklerini anlatmaz. İnsanları sürekli evine çağırır. ”Bir vakit ayır da çık gel, bir kahvemizi iç, biraz dertleşelim!” diye üsteler. Çepnililer içinde mantıyı sanırım en iyi Peran Hanım yapar. Açma hamurun içine eti küçük küçükkor. Muska muska kapatır. Öyle haşlar. Sonra sarımsaklı yoğurt döker üstüne. Biraz da yağ gezdirir. İsmet Hoca, ” Eee haydin bakalım!” der. ”Varken yiyelim !” Sanki Veysel’in yanında büyümüş, çaktırmadan güldürücü, düşündürücü sözler söyler, konuklarını güldürür. Oraların derin görgüsüne göre hem sofra bolluklu olacak, hem söyleşi tatlı olacak. Hem karın, hem gönül doyacak.

Çepni, Almanya’da derneği olan sayılı köylerden biridir. Sayısını unuttum, kaç kez gittim oraya, bilmiyorum. Kaç kez toplatılarında bulundum. Kadınlar siyah etek beyaz bluz giyinir gelir. Erkekler kalkar saygıyla yer verir. ”Şöyle öne buyurun!” Oyunlar oynanır, çay kahve içilir. Gazete dergi okunur. Dergide çıkarılır. Duvarda yurt resimleriyle birlikte bir de Atatürk resmi asılıdır. Hallerden, haberlerden, Çepni’nin sorunlarından konuşulur. İçlerinde çok değerli toplum öncüleri vardır. Konferanslar, tartışmalar olur. Yazarlar gelir yapıtlarını okur. Sorular sorulur, yanıtlar dinlenir. Yurda destek yollanır. Çepni’ye ortaokul, lise, sağlık ocağı, cankurtaran arabası…

İnsanlar konuşmak kadar dinlemeyi de bilen soydandır… Sanırım çoğunun ardında İsmet Akdağ, ”İsmet Hoca” vardır.

 

İsmet Hoca: ” Haydi bakalım, sonra gene geliriz” der. Onunla her yere gider insan. Arkadaşlığı öyle güven verir. Kimsenin enini uzununu konuşmaz. Küçümseme, alay, iğneleme, incitme bilmez. Halil Özer arkadaşıma sorarım kimi zaman: ” Bu İsmet Akdağ az bulunur bir insan, ağır bir köşe taşı, öyle değil mi? Halil’de Çepnilidir, hemen saygıyla toparlanır, ” İsmet Ağabey bir tanedir!” der, usulca ekler, ”Gel haydi bu hafta gidip kendisini biraz dinleyelim, hem de Peran ablanın mantısını yiyelim!” Gideriz, yeriz. Her zaman gideceğiz, her zaman yiyeceğiz, çünkü ekmeği, mantısı yenecek insanlardır onlar.

 

 

 

İçimde bir duygu var, bu iyi insanlar üçer beşer çekilip gidiyor. Genede üzülmek yanlıştır, benzerleri gür bir kaynaktan geliyor bence. İsmet Akdağ dostumun benzerleri her zaman olacak aramızda. Bana onun 24 Ağustos 1994 günü öldüğünü söylediler, inanmadım.Elimi salladım, ”Hadi canım, doru konuş, öyle insanlar ölmez, öyle insanlar gönüllerde bıyık altından güle güle yaşar, en başta benim gönlümde !” dedim.

Duisburg, 20. 10. 1994

Not: Çepnimizdeki tanıdıklarımızı başkalarına da tanıtmak için, fotoğraflarıyla beraber ilginç yaşam öykülerini, yayınlamak üzere gönderebilirsiniz.

 

memleketimden insan manzaraları…HALİL TATAROĞLU

 

HALİL TATAROĞLU

 

1898 doğumlu olup, Mustafa Efendi’nin oğludur. Dedesi Kızıl Sakallı Müftü Sadık Efendi’dir. Sadık Efendi Mısırda Kahire’de bulunan El-Ezher Ünüversitesinde ilahiyat okumuştur.
Halil Tataroğlu Kayseri’de Rüştüye (ortaokul derecesinde Osmanlı okulu) okumuş, Arapça ve Farsça eğitimi almıştır.

Kurtuluş savaşına katılmış ve dört yılı cephede geçmiş, istiklal madalyası sahibidir. Savaştan sonra köye dönmüştür.

Köyde canlı hayvan alım ve satımıyla uğraşmıştır. Ticaretin yanısıra köyün sorunlarıylada uğraşarak kasaba olunmasında en büyük katkıyı vermiştir.

Halkın güven ve sevgisini kazanarak 1953’de muhtarlığa seçilmiş, arkasından köy kasaba olunca da 1954′ yapılan referandum da doğrudan belediye başkanlığnı üstlenmiştir.

Kasabanın ilk belediye başkanıdır. Belediyeye ilk kamyonu o almıştır.

Çevrede kamyon yoktur ve amacı nakliye ile yeni ve bütçesi olmayan belediyeye ekonomik girdi sağlamaktır. Kamyonla Adana’dan pamuk küsbesi getirerek belediye adına satmıştır.

Ticareti iyi bildiğinden, yeni kurulan kasabanın ticari ve etik kurallarının belirlenmesinde ahlaki değerler diyebileceğimiz örnekler sunmuştur.

Belediye bütçesinden harcamaları asgariye indirmiş, çoğu zamanda kendi ticari kazancından bu harcamaları karşılamıştır.

Kamyonla yolculuklarında gidilen yerlerde otellerde değil şoför mahallinde yatmışlar, lokantalarda değil; üzüm, peynir yiyerek; ama kendi paralarıyla, belediye bütçesini ayakta tutmuşlardır.

Ve seçim zamanı gelmiştir, yıl 1955.

Halil Tataroğlu yine örnek bir tavır sergilemiş, yerini siyasi bir şartla başkasına devretmiştir, aday olmamıştır. Nedir bu siyasi şart ? Kendisi Demokrat Partilidir ve aday olmak isteyen Zühtü Yücel ise Cumhuriyet Halk Partilidir. Kendisi konsa kesin kazanacaktır fakat Zühtü Yücel’de başkanlığa adaydır. O günlerin Demokrat Parti ve CHP kavgasının kasabada başlangıcı olacaktır ki buda halkı bölecektir. Durum Adnan Menderes’e intikal ettirilir. Menderes, Zühtü Yücelin Demokrat Partiye geçmesi haline Halil Tataroğlu’nun aday olmayacağını söyler ve seçimlerde böyle gelişir. Zühtü Yücel artık Demokrat Partilidir ve belediye başkanı olmuştur.

Partide ve saygınlık kazanan Halil Tataroğlu’na Menderes Sivas milletvekilliği teklif etmiştir fakat o kabul etmemiştir.

Belediye başkanlığı sırasında Sivas valisi kasabayı ziyaret etmiştir. Vali belediyeye girince, gider başkan koltuğuna oturur. Bunu gören Halil Tataroğlu Valiye, ” Sayın vali orası belediye başkanının yeridir, biz gelip sizin koltuğunuza oturuyormuyuz” diye tepkisini gösterir. Artık vali ne demişse, valiye ” Siz Sivas Valisi olabilirsiniz ama Çepni Belediye Başkanı asla olamazsınız” demiştir.

Halil Tataroğlu aynı zamanda çok yardımseverdir. Yardımlarında gizliliği önemsemiş adının kesinlikle verilmesini istememiştir. İsmi bilinen bir vatandaşın öküzü ölür, ona bir öküz gönderir fakat vatandaş ondan geldiğini bilmez. Fakirlerin veresiye alişverişlerinin kapatılması gibi kazancının önemli kısmınıda halkla paylaşmayı bilmiştir.

1955-1960 yıllarında Sivas ve Kayseri’nin en zenginleri arasındadır fakat buna rağmen kasabayı terk etmemiştir.

1949 da kendi kefaleti ile ilk traktörü getirmiştir. Fiyatı o zamanın parası ile 5000 liradır. Yalnız sürecek vatandaş yoktur. Şoför olarak Kızılcakışla’dan Tahir Efendiyi getittirir.

Makinalı tarıma geçişte de bencil davranmamıştır, ileri görüşlülüğünü ve insanını nasıl sevdiğini göstermiştir. Bütün tarlalarını Ziraat Bankasına ipotek ettirerek isteyen Çepnilinin traktör almasını sağlamıştır.

Halil Tataroğlu halk arasında ” Halil Ağa, Halil Efendi” gibi adlarla anılır. Bir insanın ” Ağa” ve ” Efendi” ünvanlrını kazanması çok önemlidir.

Nüktecidir de. Birgün Deli Tahir (Allah rahmet etsin Tahirağa’da çok nükteci ve kasabamızın belirli şahsiyetlerindendi ) arka cebinde rakısı ile Halil Efendiye ” Gel bugün beraber içelim ” der. Halil Efendi cevap olarak ”Ben içsem senin gibi olmak içerim, peki sen kimin gibi olmak için içiyorsun der.

Ve bugün bu değerli Çepnili’nin sekiz kız, üç erkek çocuğu, otuzun üzerinde de torunu vardır.

Torunlarından üçü profösördür.

17 Aralık 1977 yılında vefat eden Halil Tataroğlu her yönüyle örnek alınması gereken bir kişilikti. Ticaretinde olsun, idareciliğinde olsun söylemleriyle, pratiği ile günümüzde bile anlatılır ve örnek olarak sunulur. Tarihsel zor dönemlerde dahi kasabada Ermeni, Türk, Alevi, Sunni gibi ayrımlara girmemiş; herkesi korumuş ve kollamış dürüst bir insandı.

Kabri kasabamızda aile mezarlığındadır.

İnsanları yaşatan geride bıraktıkları ahlaki değerlerdir… Halil Ağa böyle bir Çepniliydi…

(Barlas Tataroğlu’na babası Halil Tataroğlu’nu tanıtmada katkılarından dolayı teşekkür ederiz.)

Heykeltraş… HALUK RIZA ŞAFAK

 

HALUK RIZA ŞAFAK 

 

1960 Sivas doğumlu.
Kayseri Endüstri Meslek Lisesi Elektronik bölümü mezunu.
6-7 yaşlarında taş ve ahşap ustası olan dedesi Emin Yıldız’ın atölyesinde taş ve ahşapla olan tanışıklığı tutkuyla sanata dönüştü.
1997 yılında İzmit Büyük Şehir Belediyesi Plastik Sanatlar Merkezi Heykel bölümünde;Marmara Üniversitesi Heykel bölümü öğretim görevlisi sn. Füsun Salor hanımdan 3 yıl süre ile heykel dersleri aldı.


2001-2005 yılları arasında Kayseri’de kendi atölyesinde çalışmalarını sürdürdü.
2003 TRT gecenin içinden programına konuk sanatçı olarak davet edildi.
2008 yılında Güzel bahçe Halk Eğitim Merkezinde usta öğretici seminerlerine katılıp belge aldı.
Sanatçı halen İzmir’in Selçuk ilçesinde kendi atölyesinde heykel çalışmalarına ve orjinal el yapımı keman imalatına devam etmektedir.

Sanatçı UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği ) üyesidir.

KOLLEKSİYON:

Uğur Mumcu Vakıf müzesinde sanatçının eseri yer almaktadır.
Balıkesir ili Havran ilçesi Hükümet konağı bahçesinde 3mt. yüksekliğinde atıl zeytin ağacında soyut çalışması daimi sergilenmektedir.
İzmit Büyük Şehir Belediyesi koleksiyon ‘unda sanatçının eseri yer almaktadır.
2011-Norveç-Oslo Türk Büyük elçilimiz sn. Hayati Güven.

TEBDER/Aydın

YARIŞMA VE JÜRİLİ SERGİLER:

2009 Turgut Pura Vakfı Resim Heykel yarışmasında eseri sergilenmeye layık görüldü.

KİŞİSEL SERGİLER:

2009-Devlet Resim ve Heykel Müzesi kişisel sergi /İZMİR

2003-Çepni Kasabası kişisel sergi/SİVAS

2003-İzmit Büyük Şehir Belediyesi Sanat Galerisi kişisel sergi / KOCAELİ

2003-Devlet Resim ve Heykel Müzesi kişisel sergi/ BALIKESİR

2002-Ürgüp Göreme Belediyesi Sanat Galerisi kişisel sergi /NEVŞEHİR

2002-Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür sitesi Sanat galerisi Kişisel sergi /KAYSERİ

KARMA SERGİLER:

2012-44.Selçuk Efes Festivali Selçuk/İzmir

2011-Ekim Geçidi 10 İstanbul Modern Sanatlar Müzesi Derneğinin düzenlediği Cumhuriyetin 88.yılında karma resim ve heykel sergisi Turgut Özakman sergi salonu /Eskişehir

2011- 43. Selçuk Efes Festivali /Selçuk-İzmir

2011 3.Uluslararası Tepecik Kültür ve sanat festivali /AYDIN

2011 Norveç-Oslo Türk Büyükelçiliğinin davetiyle Karma resim ve heykel sergisi /Norveç-Oslo

2011 ÇYD Dünya emekçi kadınlar günü karma sergi /AYDIN

2010-1. Uluslararası Sanatsal Orman Kampı/MUĞLA-MARMARİS

1999-Plastik Sanatlar Eğitim Merkezi Heykel atölyesi karma sergisi /KOCAELİ

İLETİŞİM:

E-posta : hrsafak@gmail.com         Gsm:       0505 321 51 29

 

 

 

 

Şiir… Tıkırcağım / AGAH ÖZBEK

AGAH ÖZBEK

1958 yılında Çepni kasabasında doğdu. İlk ve orta öğretimini kasabada, lise eğitimini Çorum ve Adana’da tamamladı. Adana’da otel işletmeciliği yaparken hayat rüzgarı onuda uzaklara, Almanya’ya attı.

Almanya’nın Wuppertal kentinde işçi olarak çalışan Özbek, fotoğrafcılık gibi hobilerinin yanı sıra gençliğinde başladığı şiir yazma sevdasını günümüzde de sürdürmekte. Yazdığı şiirlerin bir kısmını ” Şiir Antolojisi Web Sitesi”n de yayınladı.

 

Babamın ardından

Bir yıldız kaydı
Benim için.
Hemde görünmeyen bir yere
Aldı götürdü benliğimi
Hatıralarımı…
Uzun değil,
Kısa bir zaman oldu kayalı.
Henüz sıcaklığı kalbimde.
Babam yok oldu artık
Bir yirmidokuz mart sabahı,
Yağmur çiselerken
Yaşlı gözlerle uğurladım onu
Babamı.
Çok hafifti tabutu omuzlarımda
Henüz on günlük askerdim
Amasyada.
Üç günlük izin
Sanki babamı son yolculuğa
Uğurlamak için hazırlanmıştı.
Son yolculuğunda bir traktöre bindi
Habersiz.
Gençlik yıllarını verdiği
Değirmenden geçerken
Neleri hissetti kimbilir.
Bir yamaca gömdüler toprak kokan
Islak yağmur serpmesiyle,
Küreklerle toprak boşaldı üzerine…
Şimdi uzaktan seyrediyor
Köyünü
Ve insanları.
Yeryüzü çok gördü onu
Kalabalığın ortasında
Kuş gibi çarpan kalbini
Çok gördü
Dalgın yüreğiniçok gördü
Bizim için çarpan
Kaygılarla dolu yüreğini…
Babam yok artık
Bu kesin
Gelecek bir yere gitmedi
İşte geldim çocuklar demeyecek
Nasılsın yavrum demeyecek
Sobanın yanına oturup
Uzatmayacak ayaklarını,
Zoraki nefes almayacak
Oflayıp püfleyerek,
Sıkmayacak artık ağzına
Oksijen tüpünü.
Kaşındaki siyah ben
Buğulu gözleriyle
Gülümsemeyecek artık…
İçindeydi insanların
Topluluğun,
Vaz gecilmez bir sevdayla
Yürüttü Muhtarlık görevini,
Artık görevini yapabilime mutluluğuyla
Basamayacak mühürünü kırışık kağıtlara…
Gençlik dönemleri birşey anlatmıyor bana
Aklımda hep son dönemlerimin babamı.
Hayatım sürüp gidecek babam olmadan,
Çocuklarım olduğunda
Onlara babamı anlatabileceğim sadece.
Fotoğraflarına bakacaklar.
Uzun pardüsü, tozlu papuçlarıyla
Kapımı çalıp
Girmeyecek.
Tatil günleri otobüsten
İndiğimde kasabaya
Elimde valizimle çaldığımda
Kapıyı
Sarılamıyacağım artık boynuna
Alamıyacağım sıcaklığını yüreğinin,
Islak yanaklarıyla öpmeyecek
Öpmeyecek gözlerimden.
Babam yok artık
Onun yüreğinde bende yokum
Yani babamla tanımlanan
Bende öldüm onunla.
Şimdi yeni bir tanıma alıştırmalıyım
Kendimi.
Şimdi ben kendimi düşünmezken bile
Kim düşünür beni.
Umutsuz olmak gerektiğini biliyorum
Bu acımasız gecede
Yazgı diye birşey yok
İçinde yaşadığımız bu toplum
Öldürdü babamı.
Çırpıntılarla hırpalanan yüreği
Dayanamayıp parçalandı sonunda
Şimdi toprak dolar gözlerine
Artık istesede kımıldayamaz
Yokluk esir aldı onu
Bağladı ellerini kollarını sessizlik
Çaresiz bile değil artık
Ama onun umutları
Benımde umutlarım olacak
Bundan böyle
Çaresizleri korurken
Babamıda korumuş olacağım biraz.
O dilediğince yaşayamadı ömrünü
Varlığını özgürce geliştiremedi
Ama bütün insanlar
Varlıklarını özgürce geliştirecekler bir gün
Ve
Babamı hiçbir zaman unutmayacağım.
Her ölüm kahramancadır
Babam hepimizden önce yaşadı
Bu kahramanlığı
Ey benim yüreğim güç ver bana
Ey hayat güç ver bana
Babama yaraşan şiirler yazayım
Boşuna yaşamamış olmasın o
Sonsuzlaşsın içten pürüzsüz
Dizelerimle…
Birgün
Sabahın erken saatlerinde
Buğday kokan yamaçlara tırmanırken
Eşşek üzerinde
Nasılda sarılırdı
Tırpan ve tırmığa
Yaşlı bir dağelmasının dibinde konakladığımız
Tarlamız.
Çekirge sesleri
Ot çıtırtıları
Sarı buğday başakları
Uçuç böcekleri, kırmızı gelincikler
Koyungözü çiçekler..
Bak kızılırmak aşağıda
Nasılda özgürce yayılmış
Bozkırlı ovalardan
Karadenize kaygusuz akışı,
Ta uzaklarda
Kayaların eteğinde
Güneşin Buğulu bulutlarla sakladığı
Köyümüz Çepni…
Ve bizim
Coşkuyla tırpan sallayışımız
Bereketli topraklarda
Ter kokan vucudun arkasından
Öğle yemeği
Soğuk bir katıklaş.
Akşamda ne çabuk olmuş
Dönülmez
Kalacağız ıssız dağda
Sap yığını duldası
Yatak olacak o gece
Ve tazeliğiyle hatırlıyorum
Kollarında yattığımı
Uyandırıp sabahın erken saatinde
Gösterdiğin kurtların karşıya geçişini
Elinde silah değil
Bir keser vardı biliyorum
Savunmak için,
Kimbilir uykumda
Nasıl korudun beni
Benden habersiz…
Dönüşde duyduk
Kıbrıs savaşını
Adayı almış askerlerimiz.
Evimize geldiğmizde
Açıpta radyoyu
Nasılda gururlandın Ecevitinle…
Şimdi sen yoksun artık
Babacığım.
Nasıl acı duyarsa bir mağra adamı
Nasıl çıkarsa ölçüsüz haykırışlar gırtlağından
Öyle bağırayım bende
Sonsuzlaşsın yüreğim
Bütün insanlara
Sevgiler taşıyacak kadar
Ve öylesine güzelleşsinki her şey
Öylesine erisinki yumşak bir ışıkta
Öylesine bilgeleşeyim
Öylesine sevgiyle dolsunki kalbim
Ölürken babamlaşayım.
Biliyorum var olmaz bir daha yok olan şeyler
Umurumda değil biçim değiştirişi maddenin
Ruh diye bir şey de yok
Ama gizli sevgiler
Bulunup çıkarılırsa yüreklerden
İnsanların,
Çıkarılırsa karanlığından
Unutuşun yaşanmamış olan şeyler
Ve tek bir insan yüreği gibi
Çarparsa birgün insanlık
Hiç bir şey yok olmamış olacaktır.
Düşünerek sonsuz
Büyük
Ve bütün zamanları,
Birleştiren bir sevgi
Ve şerefli bir hayattır
Ondan sonraki ölümler…

06-01-1984-Adana

Tıkırcağım var ya

Ilkel
Neler ilkel degildi ki
Topragın karasabanla islendiginde
Analarımızın elinden igne düsmezdi
Yama yaparlardı pantolonlarımıza
Yüncorap lastik ayakkabı
Nasılda tutardı ayaklarımızı
Ah askılıpantolon
Dügmesi koptugunda neler cektirirdi.
Hafta sonu okul hazırlıgında
Önlük camur yaka yirtik
Ödev yapılmamıs
Nasil uykuları kacırırdı.
Ya odun ya tezek
Elinde canta
Okul yolunda
Diz boyu kar ve soğuk
Nasil cekilirdi
Hele kışları çamur
Hurşutgilin pınarda
Sabahın soğunda buz gibi su ile
Ayakkabi yikamak
Okulda ilk fırçayı
Necipağadan yemek
Nasıl unutulurdu
Saçlar uzun
Ali hoca geliyor
Nasıl dayanırdı yürek
Hele bir zil çalsa
Zeynep hala
Camiye asağı nasıl koşuşurduk.
Berbere gitmek
Ne kadar zor
Saçlari yolardı adeta Islamağa
Ilkel değilmi o makina.
Hele gözünü sevdiğim
Kabak
Bir baskasın sen
Dikenli yapraklarıyın arasından
Seni çıkarmak
Seni alıpta alaçığın başına oturmak
Keskin Sivas bıçağıyla sana şekil
Vermek.
Ve yapınca tıkırcağı
Şemşamerin yapraığını takınca kabağa
Kosunca tozlu yollardan
Çııkardığın toz ve sesle nasıl terlerdi
Vücudum
Öksür öksür sabaha dek
Sen bir baskasin
Tıkırcağım.
Sen bana neleri unutturmadın
Kimleri unutturmadınki
Ali hocalar,
Soguk karli okul yollari,
Karatahtadaki sıra dayağını
Açlığı,susuzluğu,yorgunluğu
Daha neleri
Mutsuzum evet mutsuzum
Olsun
Tıkırcağım var ya.
Şimdi çok yııllar geçti aradan
Kaç mevsim
Kim bilir
Kaç kez ağladım
Kac kez güldüm
Kim bilir
Ve bilirmisin sen
Seni nasıl özlediğimi
Hatırlarmısın arkandan
Nasıl koştuğumu
Ayagımı taşa tökezleyip
Düşdüğümü
Çantada azık
Bir şörek bir ayva
Duvarlara bak sapsarı
Ayva sularından
Köy ortasında bir heycan
Otobüs gelmiş
Mektup okunuyor
Kos karış kalabalığa dinle
Bir bir
Hele bir gelmişse mektup
Aldığınla kac
Müjde büyük
Ve gecer günler
Okul biter
Ardından yaz
Hemde koca tatil
Yoktur artik
Ali Hoca,Osman Akdag
Iste tikircagim var ya
Ne kadar garip
Tıkırcak
Öyle görkemli durur ki
Hiç sormayın
O hic yorulmaz
Hic aglamaz
Ama kırılır
Yaparim yenisini bir solukta
Patates,domates,salatalık
Arasında yetişir semsamer
Iste onun kökü var ya
Yapraklarida
Bir parcasıdır tıkırcağin
Mutsuz anılarımda
Tıkırcağım var ya diye
Seni hatırladığımı
Bilirmisin
Işte şimdi
Bazı zamanlar
Yine seni hatırlıyorum desem
Inanırmısın
Yo yo
Artık büyüdüm.
Uzun zamanlar gecti aradan
Seninle olamam artik
Benimle olsanda avutamazsın…
Çok yıllar gecti
Ama unutmadım seni
Biliyormusun
Simdi yaşadığım yer senden cok uzak
Senin esintilerin bile yok
Benzerinde
Sadece bir ses
Kulaklarımda çınlıyor
Tıkırcağım
Tıkırcağım var ya…

 

 

 

 

Roman…CESET FOTOĞRAFÇISI / ERHAN PINARBAŞI

ERHAN PINARBAŞI

Erhan Pınarbaşı Çepni Kasabası’nda dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini kasabada tamamlayan yazar, 1979 yılında başladığı askeri okuldan 1983 yılında Foto-Film uzmanı olarak mezun oldu, öğrenimine Sosyal Bilimler Ve İktisat Fakülteleri’nde devam etti. 2006 yılına kadar Foto-Film Uzmanı olarak görev yaptı.

Yazın yaşamına şiirle başladı. Damar dergisinde yayımlanan öyküsünün ardından, Evrensel Kültür, Edebiyat ve Eleştiri, Yaba, Kıyı, Kül gibi dergilerde öyküleri yayımlandı.

Erhan Pınarbaşı’nın öyküleri bir solukta okunacak sürükleyici öyküler. Öykülerindeki zengin anlatım tekniği ustalığını ortaya koyuyor. On üç öyküden oluşan Mühür’de kısa öykü örnekleri yalın bir dille çıkıyor karşımıza. Durum öyküsünden olay öyküsüne, kurgudan gerçek yaşama uzanan şaşırtıcı metinler, kimi zaman bir savaşa kimi zaman kendi iç dünyasına götürüyor okuru. Pınarbaşı, toplumsal olayları bireyden yola çıkarak göz önüne seriyor. Mühür’deki öykülerden bir bölümü çeşitli edebiyat ödülleri alırken kitap olarak S.E.S birincilik ödülüne değer görülmüş.

Vedat AKDAMAR (Artshop Yayınevi)

Bugüne dek yazdıkları Erhan Pınarbaşı’nın polisiye türe ilgisine dair hiçbir ipucu vermese bile, Ceset Fotoğrafçısı’nı gazete ilanlarında gördüğümde, romanın polisiye türde olduğunu düşünmüştüm. Yanılmışım. Evet; katiller, cesetler, faili meçhuller, kaçakçılar, suç ve ceza, ‘at izinin it izine karıştığı’ bir şehir, kısacası polisiyenin alanına girecek ne varsa eksik değildi bu hikâyede. Ama muamması, gizemi, oyunu yoktu; Türkiye Cumhuriyeti’nin kriminalleşen otuz yılını, kriminal bir savaşı, o savaşın tarihinden kısa bir dönemi anlatıyordu Pınarbaşı.

Anneme… Oğlumun annesine… Evlatlarını yitirmiş annelere…” adanmış bir romanın hikâyesini -hele ki son otuz yıla tanık etmişseniz eğer- merak etmeyebilir, savaş bütün acılarıyla hâlâ sürüp giderken, 80’li 90’lı yılların acılarını tazelemek istemeyebilirsiniz. Oysa Ceset Fotoğrafçısı adı kadar ürkütücü değil. Savaşın o coğrafyaya sabitlediği şiddet atmosferi hissediliyor elbette ama aşkı, sevgiyi, dostluğu ve gelecek umudunu barindıran bir hayatı da anlatıyor Pınarbaşı; Batıdan görünenden farklı bir Hakkâri’yi…

Ömer Türkeş (Radikal Gazetesi)

Erhan Pınarbaşı, “Sevdalı Irmaklar Munzur ile Pülümür” adlı mitolojik romanı ile Munzur ve Pülümür’ün aşkını bize anlatmış. Kitap, Yurt Kitap-Yayın tarafından ‘Tarihi Romanlar’ dizisi adı altında yayımladı. Yazar bizleri coğrafyanın geçmişine doğru mistik bir yolculuğa çıkarıyor. Farklı hikayeler anlatılagelmiştir Dersim coğrafyası hakkında. Bu hikayeler çıktıkları sınırları aşmış çoğu zaman… Pınarbaşı, farklı sayılabilecek bir hikaye ile karşımıza çıkıyor. Munzur ile Pülümür’ün aşkını bizlere anlatmış. Bu aşkın önüne çıkan engellere karşın akışını hâlâ sürdürüyor iki ırmak. Tabii ki şu lanet baraj illeti ortadan kaldırılırsa… Sevdalı Seyit’in Asmesi’ne kavuşması hikayesini anlatır yazar. Seyit bu mücadelesi içinde, Munzur ile Pülümür’ün sevdasını öğrenir. Su olup akan ve sonra birleşen sevdalı iki ırmak. Seyit’in sevdasına, Asmesi’ne kavuşmasına Munzur ve Pülümür suları tanıklık etmiştir. Kavuşamayan iki sevda iki sevdalıyı kavuşturarak, sevda karşısında duran töreyi sularında alıp götürmüştür. 

Şerif Karataş (EVRENSEL)

‘Aynadaki Kadın’, Erhan Pınarbaşı’nın on dört öyküsünü bir araya getiriyor. Tüm öykülerin ortak özelliği olarak da, gündelik hayatın hengâmesinde çoğu zaman görmezden gelinen ayrıntılar olduğu söylenebilir. Bu ayrıntılar, öykü kahramanlarının veya anlatıcının iç dünyasını açığa çıkaran özellikleriyle yer alıyor. Öykülerin diğer bir özelliğiyse, kahramanları üzerinden bir Türkiye profili yaratmasıdır denebilir. Çünkü yukarıda bahsettiğimiz ayrıntılar, metinlerin çoğul kahramanları için de geçerli. Daha önce birçok ödül kazanmış ve şiir kitapları yayınlanmış Pınarbaşı’nın bu kitaptaki öyküleri, Türkiye’nin yetenekli bir genç kalemin metinleri olarak düşünülebilir.

RADİKAL

KİTAPLARI:

Ellerinde Kan Vardı 1995 Eko Yayınları

Çukura Sığmayan Adam (1998) Kendi Yayınları

Kar üşüdü (1997) Ulusal yayınları

Mühür (2000) Kültür Bakanlığı Yayınları

Sevdalı Irmaklar- (Munzur ile Pülümür) (2004)Yurt kitap-yayın

Külden Künyeler 2006 Artshop Yayınları

Senden Sonra Hiç Ağlamadım 2006 Artshop Yayınları

Aynadaki Kadın 2006 Yirmi dört Yayınları

Kar ve Kan (ceset fotoğrafçısı) 2008 Alkış Yayınları

Aldığı Ödüller:

35.Ulusal 9. Uluslar arası Hacıbektaş öykü ödülü(2.)1998,

Mülkiyeliler Birliği Vakfı Şinasi Özdenoğlu Ödülü (şiir 3.) 1998,

36.Ulusal 9. Uluslar arası Hacıbektaş öykü ödülü(2.)1999,

S.E.S (Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası) öykü ödülü Mühür kitabına (1.)2000,Avustralya SBS Radyosu düzenlediği şiir ve öykü yarışmasının Türkçe/öykü bölümünde (3.) 2004

Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması mansiyon ödülü(1.) 2006.

Naci GİRGİNSOY (KYÖD) öykü ödülü (2.) 2006

YAZARIN İKİ KISA ÖYKÜSÜ

TANRIYA KÜSMEK

Kısa boylu, esmer, yeşil gözlü, çenesinin ucunda uzamak için uğraş veren bir kaç tüy… Reşit, yaşamım boyunca tanıdığım en inatçı canlıdır. İnat dedimse öyle basit ayak diremeleri değil. İnatlaştığı an Tanrıyı da saymamıştır. Fakirlik ve cahillik de onun inadını kıramamıştır. Kendi felsefesini yaşamının sonuna dek uygulamıştır.

Güzün, ılık bir öğle sonu. Mahalle toz duman içerisinde. Yangın yok, deprem yok. Küfürler susmak bilmiyor, yalvarışlar sonuçsuz. Kadınlar umarsız izliyor Reşit’i. Gençler tarlada, harmanda. Kadınlardan biri seslendi çocuklara:

— Hurşit dedenizi sesleyin, koşun!

Çocuklardan biri haber vermek için koşarken topukları kıçına değiyordu. Reşit, kadın kız demiyor, duyulmadık, gün görmemiş küfürler, ediyordu. Duvarın üstünden boşluğa saldı atkıları; ha düştü ha düşecek. Kadınlar çığlık atıyor, umarları yok başkaca. Hurşit koşan çocuğun desteğiyle toplananların arasına katıldı. Kadınlar anlattılar: ‘Reşit kendi samanlık damını yıkıyor.’

Hurşit kızdı. Bastonunu uzattı Reşit’e doğru:

  • Yapma Reşit! Düşüp gebereceksin! Yıkma damı!

Reşit doğruldu damın üstünde.

Kızgınlıktan iki gözü birbirine girmişti. Kazmayı bir eline aldı, kasketini avluya fırlattı.

— Sen karışma Hurşit! Dam benim, can da benim, geberirsem aha kasketim! Sana kalır, kötü mü? Dedi kasketi göstererek.

Hurşit üstelemedi. Yıldaşı Reşit’i tanıyordu. Toplananlara döndü:

—Bırakın ne boku varsa yesin. Çekilin üzerinize taş-maş düşer, dedi.

Zaman ikindiye yaklaşıyordu. Hurşit ağır ağır caminin yolunu tuttu. Reşit hırsla yıktı samanlık damını. Kardeşinin oğlu Fahri samanı uzun ve yorucu bir yolla taşıdı. Mahalleli yardım etti Fahriye.

İkindi namazı bitti. Cemaat, kiliseden bozma camiyi boşalttı. Hurşit gitmedi evine. Avluya çıktı. İmam, Hurşit’i gördü. Belli ki bir sorunu vardı bu adamın. İmamlık az şey mi? Köyün ileri geleni, köylünün her şeyi. Her şeyden önce, tanrıyla köylü arasındaki ilk makam. Düşüncelerine ara verdi imam. Hurşit’e yaklaştı. Düşünceleri yüzünde dolaşıyordu.

—Hayırdır Hurşit, bir sıkıntın mı var? Dedi ellerini ovuşturarak.

Hurşit güvercinlere, gökyüzüne baktı. Başını hafifçe sağa sola oynattı.

— Ah imam efendi ah! Hangi sıkıntıyı söylesem, bilmem ki?

İmam bir elini Hurşit’in omzuna koydu. Keyiflenmişti.

—Hele anlat! Allah büyük, bir çaresi bulunur anlat sen.

“Allah büyük” Hurşit de bilincindeydi bunun. Fakat olayın çözümü “İmamda mı Allah’ta mı” bunu anlayamadı. Söylenmedi Hurşit bir zaman. Kiliseden çıkma taş direğe oturdular. Hurşit imama baktı.

— İmam efendi bu Reşit başımıza bela olacak.

— Ne yaptı melun!

—Öğleden sonra kendi samanlık damını yıktı. Fahri geçti diye.

İmam oturduğu yerden kalktı. Ellerini arkada birleştirdi. Ellerini çözdü, sakalını sıvazladı.

  • Yaa Hurşit, bu melunu da sürmeliydik köyden! Dedi.

Ellerini tekrar arkasına aldı. Hurşit seslenmedi, gözleri çayırda dolaştı. İmam iki adım sağa iki adım sola gidip geldi. Hurşit’in önünde durdu. Yıllardır çözemediği bir sorunu çözmüşçesine ışıldadı gözleri.

—Bu herif hem melun hem kâfir, şimdi buldum! Bu, Allah’ı da saymıyor, korkmuyor Allah’tan! Dedi.

Hurşit “İmam üşüttü, Reşit adını duyunca” diye düşündü.

Hurşit komşusunu, yıldaşını tanıyordu. İmam ağır suçlamalarda bulununca savunmaya geçti.

—Ne kâfiri, ne korkmaması imam efendi namazı niyazı bilir.

İmam’ın dişleri gözüktü, sakallarının üstünden, başını öne eğip kaldırdı hafif hafif.

— Onun niyazı eşek niyazı dedi.

Hurşit şaşkın. İmamın düşmanlığı neydi Reşit’e? İmam, Hurşit’in yanına oturdu.

—Hı hı, dedi. Nasıl namaz kılıyorsa duasız dutsuz, hı, nasıl namazsa!

Hurşit düşüncelerde. Güvercinler geçiyor içinden.

  • İmam efendi sen de bilirsin ki Reşit namaz kılar.

İmam tekrar kalktı. Tespihinin başını döndürdü.

— Hurşit dedi. Bu Reşit kardeşi Mecit’le küs değil mi?

— He Mecit’le küs.

— Eee bu adam hiç Mecit adını söyler mi?

—Yoo, söylemez, dedi Hurşit.

İmam başını hızlı hızlı salladı. Tespihini sıktı avucunda.

— Namazı duasız mı kılar? Dua etmez mi bu Reşit?

— Duasız kılmak olur mu, imam efendi?

— Eee hem Mecit demez; hem namaz kılar tövbe tövbe.

Hurşit güvercinlerin kanadındadır. Gagasındadır, düşmek üzeredir.

—İmam efendi Reşit’in namazıyla Mecit’in ne ilişkisi var?

İmam gülümsedi, “Bu Hurşit de cahil, imansız” diye düşündü.

—Hurşit Efendi, bilmez misin ki namazda Mecit vardır. Onsuz nasıl namaz kılıyor bu Reşit?

Hurşit bir imama bir minareye baktı. Anlamamıştı. Reşitle Mecit küs, bir arada olmamaları doğaldı, onun için.

İmam Hurşit’i kötü yakalamıştı. Bilgisizliğini yüzüne vuran, alaycı bir sesle;

—Hurşit, Hurşit hele biraz namaz kıl bulursun Mecit’i, dedi ve evinin yolunu tuttu.

Hurşit cami avlusundan ağır ağır çıktı. Düşünceleri karmakarışıktı. Güvercinlere kedi dadandı.

Yolda beş-altı defa namaz kıldı Hurşit. Mecit’i bulamadı. Mecit takılmadı diline, uzaklaştı düşüncelerinden. “Başlarım Mecit’e de Reşit’e de”, dedi içinden. Reşit çıkmadı düşüncelerinden. Her adımda gözlerini gördü; inatçı bir kartaldı Reşit. Acımasızdı, iki ay önce yaptıklarını düşündü “Çocukluğu da böyleydi. Ne istedin zavallı eşekten, kendi suçunu eşeğe yükledin.”

Hurşit eşeği kaçırdı, bastonu duvarları incitti. “Eşeğin ne suçu vardı?” haklıydı Hurşit. “Bir kavak kemirdi” diye Reşit eşeğe ne yapmıştı?

Eşeği yatırıp ayaklarını bağlamış sonra kerpetenle dişlerini çekmişti. Bir tek dişi kalmamıştı zavallının. Sonra sürmüş hayvanı kavaklığa “Hadi kemir, kemir hepsini” demişti.

Gaz lambası söndü. Hurşit’in gözleri tavanda. Düşüncelerinde Mecit’le Reşit saklambaç oynuyorlar. Yattığı yerde en az on rekât namaz kıldı, olacak gibi değil, karısına döndü:

— Akkadın, Akkadın gız bak bi.

Akkadın uykunun dibinde, baksa da göremez Hurşit’i. Hurşit çatlamak üzere, dayanamadı yeniden seslendi:

— Kız Akkadın, bak hele, dedi.

Akkadın o kadar itilip kakılmadan sonra ses verdi.

— Ne ulan! Torbaya mı girdi sabah? Dedi kızarak.

— Kız, bu Mecit nerde geçer?

—Herif adam yatıyordur evinde, nerden geçecek ki?

Hurşit kızdı sorusunu daha anlaşılır biçimde yineledi.

— Onu demiyorum kız, namaz da geçer?

—Namazda da geçmez buralardan, ya camide kılar ya tarlada kılar, dedi.

Hurşit ne yapsın? Reşit’e uzun uzun küfredip sustu. Hurşit sustu, Akkadın meraklandı.

—Herif ne olmuş ki Mecit’e? Dedi.

Hurşit yanıtlamadı Akkadın’ın sorusunu. Hurşit ve Akkadın sabahı zor ettiler. Reşit ve Mecit düşlerinde gezinip durdular.

Notasız horoz sesleri karıştı, imamın sesine. İmam sevmezdi horozları. Hurşit’in güncel sesi doldurdu odaları.

—Kalkın, kalkın öğlen oldu dedi ve avluya çıktı.

Kımıldayan olmadı, Hurşit söylenerek abdestini aldı, namaza durdu. Camiye yetişemezdi. Namazın sonunu getiremedi.

— Buldum, buldum Mecit varmış diyerek çıktı avludan. Akkadın baktı kaldı arkasından.

— Tövbe dedi, adam selam bile vermedi.

Cami avlusunda beş altı yaşlı insan vardı. Sabah namazlarına gelen azdı. Hurşit imama yaklaştı;

— Buldum imam efendi buldum, dedi.

İmam gözlerini ovuşturdu Hurşit’in sevincine bir anlam veremedi.

— Hayrola Hurşit, sabahın köründe neyi buldun?

Hurşit bulmuşluğun sevincini yaşıyordu, gururluydu, biliyordu.

— Mecit’i buldum, Mecit’i dedi.

Avluda bulunanlar da yaklaştı imama; şaşkındı bulunanlara baktı sıradan.

— Fe sübhanallah, Mecit kayıp mıydı Hurşit? Dedi.

Gülümsedi Hurşit. Onlarca kağnı yolu belirdi yüzünde.

—Yo imam efendi, o Mecit değil namazdaki Mecit’i buldum dedi.

Bulunanlar imama, imam onlara baktı. Hurşit minareye baktı. İmam anlamamıştı.

— Mecit namaza gelmedi dedi.

Hurşit imamın unutmuş olabileceğini anımsadı.

—İmam efendi hani Reşit, Mecit’e küs, Mecit demiyor ya!

Hurşit konuşmasını tamamlayamadı. İmam ağzından aldı sözü.

  • İyi de Hurşit namazımızla ne ilgisi var bunun? Dedi.

Hurşit bir camiye bir imama baktı, konuşmadı bir süre.

Düşünceleri değişti, “Koskoca imam bilmiyor muydu, Mecit’in hangi duada geçtiğini? Mahmut’un söyledikleri doğru muydu? Kandırıyor, oyalıyor muydu imam köylüyü?” Altndiş nokta koydu Hurşit’in düşüncelerine.

— Hurşit, Mustafa ağa, nedir çözemediğiniz?

Hurşit imama baktı, anlattı Mecit ile Reşit’in küskünlüğünü. Reşit’in Mecit- demediğini; bulunanlar şaştı, imam da. Hurşit olayı çözümlemenin mutluluğuyla:

— Ya böyle işte dedi.

İmamın yüzü değişti, ellerini önünde birleştirdi.

— Olmaz ki ümmeti Müslüman! Olmaz ki böyle, dedi.

Bulunanlar anlamadılar. İmam bakışların odağı oldu, saf köylüyü yakalamışlığın bilinci içerisinde devam etti.

— Hâşâ Allah’a kahretmek ve inkâr etmektir duayı bilerek eksik okumak.

Bulunanlar imamı destekledi.

—Ya öyle.

— Haklısın hocam.

— Olmaz ki!

— Allah Allah.

İmam tespihini cebinden çıkardı, küçük adımlarla yürümeye başladı. Bulunanlarda yürüdü, yemlenen güvercinler gibi, bir sağa bir sola yürüdüler. Başını salladı imam, bulunanlar “Allah Allah” çektiler. İmam durdu, bulunanlar çivilendi oldukları yere, imam bulunanlara:

— Tez çağırın Reşit’i, gelsin! Dedi.

Heyecanlandı bulunanlar, Hurşit avlu duvarına doğru yürüdü. Öküzleri suya götüren Kadir’i gördü, seslendi.

—Kadir, Kadir koş Reşit emmini çağır, imam acele bekliyor de!

Hurşit emmi babam bekliyor, dedi Kadir.

— Yürü ulan imam çağırıyor, ben değil!

Hurşit’in sesinden önemli bir olayın varlığı hissediliyordu. Kadir geriye doğru dönüp koştu “İmam çağırıyordu, imam köyün her şeyi. İmam Allaha en yakın adam. Kısmet kesilir bereket biterdi.” Koştu Kadir, düşüncelerini yere düşürmeden. Reşit öküzleri koşmak üzereydi. Kadir nefes nefese girdi avluya.

— Reşit emmi, Reşit emmi imam çağırıyor.

—Ne var oğlum ne oldu, kurt mu kovaladın? Nefeslen az, dedi, sakin ve soğukkanlı. Kadir devam etti konuşmasına.

— Reşit emmi, imam acele seni bekliyor hemen gideceksin.

Reşit sağ elinin tersini diğer elinin ayasına vurdu.

— Tövbe, ulan sanki reisicumhur, bizim malları ehlibeyt mi doyuracak! Dedi.

Öküzleri bıraktı avluya, kasketini taktı başına, yürüdü. Kadir önde Reşit arkada yürüdüler, cami avlusunun duvarına kadar söylendi Reşit. Kadir Hurşit’i gördü.

—Aha geldi Hurşit emmi, dedi ve öküzlerinin yanına gitti.

Reşit avluya çıktı, hızlı adımlarla yaklaştı bulunanlara.

İmam başını salladı, gözünü kısıp.

— Gel bakalım Reşit Bey, gel hele, dedi başını sallamaya devam ederek.

Reşit iki adım daha yaklaştı, ellerini belinde birleştirdi. Kasketini tutup hafifçe oynattı yerinden.

— Hayrola Mustafa Efendi sabah sabah, dedi.

İmam bozuldu her zaman olduğu gibi. Köyde imama adıyla seslenen tek kişiydi Reşit. İmam uzatmadı konuyu.

— Reşit bey duydum ki kardeşin Mecit ile küsmüşsün.

— He küsüm, dedi Reşit kısaca. İmam devam etti:

— Ve adını hiç söylemez, diline almazmışsın öyle mi?

— He öyle, dedi Reşit.

— Sen namaz ‘da kılarsın.

— Hee kılarım.

— Kılarsın yaa kılarsın.

— Peki, salâvat dualarını da okur musun?

Reşit ellerini belinden çekti, kasketini düzeltti, ellerini arkasında birleştirdi.

— He okurum.

İmam bulunanlara baktı. Bulunanlar imama, Reşit’e baktılar. İmam Reşit’e yaklaştı. İki sakal boyunda durdu, dişleri birbirine değdi imamın.

—Reşit bey salâvat duasını sesli oku da, biz de bilelim nasıl okunduğunu, dedi.

Reşit kasketini eline aldı, sağa sola büktü başını.

Duayı bulunanların işiteceği bir sesle okumaya başladı. Bulunanlarda Reşit okudukça başlarıyla doğruladılar. Reşit duanın sonuna yaklaştı. Bulunanlar “Ne güzel okuyor, şimdi ‘hamüdün Mecit, âmin’ diyerek bitirecek” diye düşünürken Reşit’in sesi yükseldi.

—İnnake Hamüdün Reşit, Âmin! Dedi ve sertçe başını indirip kaldırdı.

Bulunanlar gülmeye başladı. İmam gökyüzüne ellerini açtı.

—Hâşâ hâşâ! Ey Müslümanlar, şu adama bakın. Allah’a karşı geliyor, kelamını değiştiriyor; seni astıracağım Reşit!

Reşit kasketini taktı, bir iki adım yürüdü, geriye döndü, kıstı gözlerini başını kaldırdı;

— Efendi, efendi, Allah onun öyle bir kul olacağını bilse Reşit diye kelam ederdi Muhammed’e, dedi ve ekledi;

  • Sen benim duamla uğraşma da güvercinlerini yemle.

İmam, bulunanlarla konuşmadan hızlı adımlarla ayrıldı avludan.

Gün batmadan olay köyde duyuldu. Reşit’e kimse çok görmedi yaptıklarını. Camiye gelenlerden birçoğu namazı kılmadan gidiyordu. Avluda Reşit’in soyundan birilerini görmeleri yeterliydi. Namaz kılmaya kalanlar salâvat dualarında gülüyor, namazı bozuyorlardı.

İmam Mustafa bir ay dayanabildi. Köyden göç ederken vedalaşmadı kimseyle.

— Hâşâ hâşâ, diyerek göçüp gitti köyden…

HAVVA

Ona neden “deli” derlerdi. Henüz anlamış değilim. Kasabadaki birçok akıllıdan daha akıllıydı. Yaz kış sokakları çıplak ayakla dolaşır, su, ekmek ya da giyecek isterdi insanlardan. Kaplumbağadan biraz hızlı yürüyüşüyle, duvar diplerinden ilerler ve her gördüğü insanla selamlaşır, konuşurdu. Onun belirgin bir özelliği de büyük, küçük herkesi tanımasıydı. İsterse yıllarca görmediği biri olsun, yüzüne bakar kim olduğunu söylerdi. Yabancı ise ağır bir ses tonuyla, gülümseyerek:

—Yoo, derdi, sen elsin.

Kimselere zararı dokunmaz, canlıları incitmezdi. Kasabanın demirbaşı olan bu kadına yediden yetmişe “Havva” derdik. Birisi onu anlatacak olursa “Deli Havva” diyerek söz eder, fakat çocukların dışında Havva’nın yüzüne kimse ‘deli’ demezdi. Onun için söylenen bir tekerleme vardı:

“Bahçelerde ham armut Havva’yı … en cin Mahmut”

Bu tekerlemeyi duyduğum an, insanların zavallılığını düşünür, onlara kızardım. Havva gibi birisine kim ne hakla dokunabilirdi? Kızdırıp vurmaya kalkışmadıkça ağlamaz, ağlasa da çabucak unutuverirdi. Yüz kilodan fazla çeken ağırlığını kocaman nasırlı ayakları her gün başka yerlere taşırdı. Akşamüstü duvar diplerinden ağır ağır evine yürürdü. Evinin yerini kasabalı olmamıza karşın öğrenememiştim. “Deli Fikri’nin kızı” derlerdi, Havva için. Deli demelerinin nedeni belki de babasından kaynaklanıyordu.

Benim için hiçbir zaman deli değildi Havva. Yüzündeki gülümseme bana özgürlüğü anımsatırdı. Pembeleşen yanaklarını rüzgâra karşı koyan dağ güllerine benzetirdim. O, yaşamın peşinden değil, yaşam onun peşinden sürüklenirdi “Havva beni yaşa” diye.

Havva’yı birkaç gün göremezlerse herkes birbirine merakla sorardı:

— Deli Havva yok ortalıkta, nerede acaba?

—Aman, ona baba değmez, nerede olacak, sürtüyordur.

İnsanlar onu önemsemez görünse de onsuz yapamazlardı. Kim bilir, belki de onu görüp hallerine şükür ediyorlardı. Yere para bırakıp “bu senin olacak alabilirsen” diyerek onun dakikalar süren uğraşını zevkle izleyen gençler ne kadar akıllıydı! Onca uğraşına karşın parayı alamaz ağlardı…

Oysa Havva onların tanıdığı et yığınından oluşan bir insanın ötesindeydi. Aç bir sokak kedisine evine götürmek üzere topladığı yiyecekleri verecek kadar insandı. Üşüyen bir köpek yavrusunu entarisinin bir parçasını yırtıp saracak kadar insandı.

Mahallemize gelmeyeli birkaç gün olmuştu, sokağın başında göründüğünde, koşarak annemi müjdeledim.

—Anne, anne Havva geliyor, dedim.

Annem o gün ne işle uğraşıyordu, anımsamıyorum, işi bırakmadan beni yanıtladı, sevincimi paylaştı. Gülümseyerek:

— Hadi oğlum, git bir şeyler hazırla, acıkmıştır, dedi.

Koşarak mutfağa girdim, kavun, peynir ve ekmek alıp avluya çıktım. Elimdeki yiyecekleri bir kenara bırakıp sokağa, Havva’yı gözetlemeye koyuldum. Havva’yı göremeyince merak ettim. Kimin evinde olabilirdi? Hacı amcalarda, Efendi amcalarda ya da Tanko’da olabilirdi. Gözüm evlerin kapılarında, nereden çıkacağını beklemeye başladım. Havva çok geçmeden iki ev yukarımızdan Fevkıya Hala’nın evinden çıktı. Koşarak önüne geçtim. İki kolumu kaldırarak yolunu kestim. Yüzünde özgürlük dolu gülümsemesini görüp ben de gülümsedim ve sordum:

— Havva, ben kimim?

  • Sen, Latife aplamın oğlu Özgür’sün.

Nasıl unutmamıştı, her defasında biliyordu.

— Peki, o zaman babam kim?

— Kadir.

Babamı da bilmişti. Kimi sorarsam biliyordu. Kasabada bilmediği, tanımadığı kimse yoktu. Daha zor sormalıydım. Havva bildikçe ben seviniyordum.

—O zaman Latife kimin kızı? Hadi bil de göreyim.

O eşsiz gülümsemesi yeniden belirdi yüzünde.

— Latife apla, dokdor emmimin kızı, dedi.

Bir daha sormadım, önünden çekildim. Avlumuza gülümseyerek girip, annemi gördü. Duvar dibine yaklaşıp seslendi.

— Latife apla kolay gelsin.

Annem bu sıcak, samimi insana sevecenlikle karşılık verdi.

— Sağ ol Havva. Nerelerdesin kaç gündür?

Havva annemi yanıtlamadı, gülümsemekle yetindi. Annem de ona Havva diyordu, ama hangisi büyüktü bilmiyorum? Annem Havva’ya sediri gösterdi.

— Havva, dedi, geç otur.

Havva ağır adımlarla sedire yaklaştı ve oturdu. İçimden O’na sorular sormak geliyordu, soramıyordum. Belki de tanıdığım gibi kalmasını istiyordum. Utanarak yemeye başladı, kavundan, peynirden. Gülümsemesi her lokmada şekilleniyor, utancıyla karışıp yüzünü renklendiriyordu. Annem de yanına oturup birkaç lokma yedi. Ben Havva’yı incelemeyi sürdürdüm.

Kocaman ayakları nasırlı ve çatlaktı. Toprakla temas eden kısımlar çatlaklarla doluydu. Yer yer bir kalem ucunun sığabileceği genişlikte, yer yer inceydi. Elleri de kalın ve kocamandı. Bir yufkayı dürüp eline aldığı zaman, dürüm elinde kayboluyordu. Hırkasının cepleri dolu ve sarkıktı. Ayak bileklerinin üzerinden başlayan entarisi yamalarla doluydu.

Geniş bir yüz, gülen iki göz ve ağlamadığı sürece kapanmayan ağzı, dağınık, kısa saçları vardı. Çirkin veya güzel benzetmesi yapamıyordum, böyle bir ayrıma gereksinme duymuyordum. Son lokmasını yuttuktan sonra kendisini incelediğimi gördü ve başını iki yana salladı. Utandım, gözlerimi boşluğa çevirdim.

Kalkmak üzereydi ağlamaklı bir sesle:

—Latife apla dedi. Bak bu entari iyice eskidi, varsa seninkini bana ver.

Havva’nın bu isteğini annem geri çevirmedi. Eski olmayan fakat giyilmiş bir entari verdi.

Havva sevinçle entariyi kucağına yerleştirip kalktı.

— Havva, dedi annem. Sakın kimseye verme, olur mu?

— Vermem apla, vermem, dedi.

Elinde yaralı bir kuş taşır gibi çıkıp gitti avlumuzdan ve sokağımızdan.

O gün son görmüşüm oldu Havva’yı.

                                                                                            (Ahmet Palta ve Havva)

Yıllar sonra Havva’dan haber geldi. Uzak bir kentte “kimin kim” olduğunu bilmeden, yeni entariler içinde ölmüştü. Üzüldüm, bir daha soramayacaktım Havva’ya “ben kimim?” diye.

Heykeltraş… AHMET ULUDAĞ

 AHMET ULUDAĞ

Kasabamıızdan insan manzaraları deyince, gerçekten süprizlerle karşılaşıyoruz. Her yönüyle; özellikle o kadar çok sanat sevdalı insanlarımız var ki…

Bunların hepsi bizim zenginliğimiz. Bir kasabadan kaçtane yazar, ressam, heykeltraş, müzisyen, el sanatları ustaları çıkar diye sorsak; Çepnimizin nekadar ayrıcaklı olduğunu o zaman görürüz. Bu ayrıcalık bizler için kibirsiz bir onurdur.

Yalnız burada şu soruyuda sormadan edemiyeceğiz. Acaba bu farklılıkların bilincinde miyiz? İçimizdeki bu değerlerden yeteri kadar faydalanabiliyor muyuz?

Genel olarak yanlış bir kanı var toplumda. ”Aydınlar topluma muhtaçtır” diye. Oysaki gerçek bunun tersidir. Toplumlar aydınlara muhtaçtır. Aydın; hangi dalda olursa olsun yalnız başına üretimini yapar, ileri gelişimini sağlar, ilerletir. Fakat toplumlar değil. Toplumların bu süreci yaşamalarının şartı onlara rehberlik yapacak, ışık tutacak aydınlarına sahip olmalarıdır. Yani aydın toplumsuz yaşar ama toplum aydısız yaşayamaz…

Aydın insan deyince yaygın kanaat, bunlar, konuşan, yazan kişilerdir. Heykeltraşı, ressamı, müzisyeni bu sınıfa katmazlar. Bundan dolayı bizim toplum genelde konuşanların ağzına bakmış ve onları doğru sanmıştır. Oysaki esas aydın düşüncesi ile yaşamını, pratiğini; başka ifade ile düşünce ile beceriyi birleştirip bunu görülen, hissedilebilen maddi bir şekle dönüştürebilmektir, Neden böyle bir giriş yaptık?

Bu bölümde sizlere tanıtacağımız bir Çepnili sanatçının konumu gereği diyelim… Bu sanatçımız heykeltraş… Daha önce Haluk Şafak arkadaşımızı tanıtmıştık; kuru, çürümüş, bir kenara atılmış ağaca can veren heykeltraş… Şimdi ise taşa evet taşa can veren bir Çepnili heykeltraşımızı tanıtacağız; Ahmet Uludağ. Bizim bu sanatçılarımıza ihtiyacımız var; onları onurlandırmak ve desteklemekle toplumumuzun bilgi ve sosyal değerlerini yükseltmiş oluruz

1950 yılında Çepni’de doğdu… İlkokulu Çepni’de okuduktan sonra Mersin’e gitti ve ortaokulu dışardan imtihanlara girerek bitirdi. Bir süre Mersin’de Çocuk Bakım Yurdunda çalıştı. Bir yıl Libya’da işçi olarak çalıştıktan sonra tekrar Çepni’ye döndü. Çepni’de Yem Fabrikasında işe başladı ve emekliye kadar orada çalıştı.

Bugün okul yaşlarında başladığı resim yapma, güzel yazı yazma uğraşısına, kayalığın sessiz taşlarına can vermeyide eklemiş; sanat dolu bir yaşam sürdürmekte.