Etiket arşivi: Çepni

Duyulmayan çığlık: KİLİSE

Çepni Kasabasının
KİLİSE MACERASI

Kasabamızla ilgili her konuda çok şeyler söylendi, söyledik. Yazıldı yazdık…
Süreç kapandı mı?
Hayır.
Söylemeye ve yazmaya; Çepni’yi düşünmeye devam edeceğiz…
Burada, bu sürecte herhengi bir şekilde yer almak isteyen dostlara ve Çepnili hemşerilerimize yararı olur düşüncesiyle, bazı yaşanmışları tekrar hatırlatmak istiyoruz.
Buna neden gerek duyduk dersenz, genelde toplumsal hafızamızın zayıflığı yanısıra birde bunun üzerine ülkemizin içinde bulunduğu koşulların veya siyasi havanın gereği değişen gündem eklenince, bizlerde gündemimizi bunlara ayırmak zorunda kalıyoruz ve bazı önemli şeyleri unutuyoruz. Elbette gündemde olan olay ve gelişmeleri de tartışmak, insanlarla paylaşmak bir yurttaşlık görevidir, fakat, evdeki bulguruda unutmamalıyız diye düşünüyoruz.

Geçmişe yolculuk. Yıl 1995

1995 yılı, hem Wuppertaldeki Çepni ve Çevresi Yardımlaşma Derneğimiz (ÇÇYD) hemde kasabamız için çok önemlidir.
1994 derneğimizin ikinci kuruluşunun onuncu yılıdır. Bundan dolayı derneğimiz eylem ve söylemlerini yeniden değerlendirme ve planlama gereğini duyup, hem kendi sorunlarını çözmek (yeni dernek binası alma gibi) buna paralel kasabamıza yönelikte sosyal çalışmalara işlerlik kazandırmak için, 1995 yılını yeni projelerle eyleme geçme yılı olarak belirlemiştir.

(Derneğimiz yeni dernek binası alma işlemlerini 1995’de dahada hızlandırmış, yeni durum gereği tüzük değişim sürecini başlatmıştır. Bu konu üzerinde burada durmayacağız. Bu ayrıca kayda geçirilmesi gereken; önemli gelişmelerin, görüşmelerin ve hatta sürtüşmelerin olduğu bir süreçtir ve de önemlidir.Dolayısıyle bunun üzerinde ilerde duracağız.)

Öneriler Raporu

1995 eylem yılı projesi çerçevesinde Wuppertal Çepni ve Çevresi Yardımlaşma Derneğimiz kendisini ilgilendiren bu çalışmalarına paralel olarak kasabamızla ilgilide neler yapılabilir, biz ne yapabiliriz, bunu tartışmış ve çıkan sonuçları bir rapor haline getirmiştir. Kasabamızla ilgili hazırlanan bu rapor, 02.03.1995 tarihinde yalnız Belediye Başkanlığına değil başlıkta yazılan her kuruma ayrı ayrı gönderilmiştir. Bu çalışmaların birinci derecede mutabı Belediye başkanlığı olmasından dolayı; karar kurumunu, yani, encümen ağzalarını daha iyi bilgilendirmek için onların şahsına gönderilmiştir. (Rapor gönderilen encümen ağzaları: Gürsel Erdal, Refik Aydın, Halil Özdemir, Ali Özden, Cemal Aykaç, Emin Taşçı, Alim Erdal, Ferit Taştan, Vedat Yüksel)

 

Görüldüğü gibi üzerinde durduğumuz konular büyük projeler, yatırımlar değil, ancak, kasabamızın insanlar için bir cazibe merkezi olma özelliğini güçlendirecek, ilgisini çekecek küçük adımlardır. Rapora, Wuppertal ÇÇY. Derneğimizin belediyemizle beraber yürütebileceği, gerçekleştirebileceği eylemler, çalışmalar paketide diyebiliriz.

Esas olarak üzerinde durduğumuz konu başlıkları:

  1. İlkokul ve Ortaokul merkezi ısıtma sistemi

  2. Kilisenin kullanımı

  3. Ağaçlandırma

  4. Vakıf

  5. Köy arazileri (tarla v.s.) ve meralar,

    Çepni ve Çevresi Yardımlaşma Derneği (ÇÇYD)

Sonuç:

Bu rapora ne yazık ki Çepni Belediye Başkanlığı’nın dışında kurumsal veya breysel anlamda bir tepki gelmemiştir.

Belediyemiz bu raporu gerekli kurullarında, encümen ağzaları gibi, değerlendirmişler, konuşmuşlar (Belediye başkanının bu gibi toplumun bütününü ilgilendiren konularda encümenlerinde ortak kararı doğrultusunda hareket etmesi gerektiği varsayımından böyle düşünüyoruz ) ve sonucu resmi yazı ile Wuppertal Dernek yönetimine bildirmişlerdir.

Belediye Başkanlığının yanıtı:

(Daha iyi okunması için tekrarlıyalım:)

” Sayın Başkan ve Üyeleri Dikkatine”

Sorunlarımız konularına değindiğiniz uyarı ve tehdit olarak kabul ettiğimiz 2.03.1995 tarihli yazınızı okudum. İlgili anlayışınıza teşekkür ederim.

Belediyemize herhangi bir konuda yardımlarınızı beklemiyorum.21.02.1995 tarihli ağaçlandırma ile ilgili istenilen bilgi konusundaki faksıda iptal ediyor

Sizlerden talep ve istekte bulunan kurumlarla diyalog, iletişim ve haberleşme kurmanız rica olur.

Timur Aydoğan

Çepni Belediye Başkanı

Evet, okuyan her sağlıklı insan şaşırmıştır sanıyoruz.

Çünkü bizde şaşırdık.

Yurt dışındaki Çepnililerin hemen hepsini temsil eden Wuppertal Derneğinin kasabası için düşündüğü projeler konusunda Belediye Başkanının, Çepni adına vermiş olduğu bu cevabı şaşırtıcıydı.

Bu cevabın ne anlama geldiğini, bunun kasabamız için bir skandal olduğunu biliyorduk. Hele hele Sayın Başkanında kasabayla ilgili her yatırımda yardım için kapısını çaldığı Çepni ve Çevresi Yardımlaşma Derneğine bu cevabı vermesi, kendisi ve başkanlığı açısından çok düşündürücüydü. Kasabası için her türlü maddi ve manevi desteği esirgemeyen yurt dışı Çepnililer, bunu haketmiyordu ve de etmemişti.

Bu cevap bizi, düşüncelerimizi etkiledi mi?

Hayır. Belediye başkanları hep kendilerinin ebedi olduklarını sanırlar oysaki ebedi olan halktır, onlar gidicidir.

Bunu bildiğimiz için mecbur olmadıkca, mevcut belediye başkanlığı ile bu konularda muatab olmamaya dikkat edecektik.

Ve öyle yaptık.

Öncelik ve önemine istinaden ”İlkokul ve Ortaokul merkezi Isıtma Sistemi’‘ ve ”Kilisenin Kullanımı” projesini gündeme alıp çalışmalarımıza başladık.

(Okullarımızın ısıtma sistemi projesi, Wuppertal Derneğimizin öncülüğünde; yurt dışındaki ve Çepni’deki vatandaşlarımızın katkılarıyla ve başarıyla tamamlanmıştır. Bu proje nin gerçekleştirilme süreci konusunda da, ayrı bir başlık olarak bilgilendirme yapacağız.)

Kilise ile ilgili çalışmalar ve neden kilise ?

Kısa ve öz olarak şunu diyebiliriz: ” Kilise demek Çepni demektir’‘.

”Kasabamızın Tarihi” olgusunun iki ayağı var; kilise ve cami.

Düşünelim, Çepni’yi geçmişe bağlayan bu iki eser dışında başka ne var?

Bundan dolayı, kilise ve caminin bir bina, ibadethane olmaktan öte, kimliksel anlam ve değeri vardır. Çepninin çevresindeki ayrıcalıklı konumunu belirleyen etken, işte bu iki ayrı olgunun birbiriyle, diğerlerinide (farklı etnik ve inanç grubları) içine alarak harmanlayabilmesi ve kendine münhasır yeni; çevresine benzemeyen bir yaşam şekli, kültürü oluşturmasıdır.

‘Çepniliyim” demenin anlamı, bir beldeye ait olmaktan öte; aydın, çağdaş, dayanışmacı kimliğini içeriyor ve bu çağrışımı yapıyorsa, bunun nedeni, bu kurumların tarihsel süreç içerisindeki sosyolojk etkileridir.

……..

Günümüzde cami kendi cemaatince korunmaktadır. Fakat kilise böyle değil. Yıkılmamak için; tarihin derinliklerinde kaybolmamak için direnmektedir.

Bütün bunlardan dolayıdır ki, bugün bu eserlere sahip çıkmalıyız ve korumalıyız.

Çepnili olarak bu çığlığı duymak ve gerekeni yapmak toplumsal, tarihsel bir sorumluluktur.

Bizi kilise konusunda duyarlı kılan ve birşeyler yapmaya zorlayanda işte bu toplumsal ve tarihi sorumluluktur

Kilise – Müze Projesi için neler yapıldı ?

Wuppertal Çepni ve Çevresi Yardımlaşma Derneğimizin 02.03.1995 raporuna, Kasabamız Belediyesinin olumsuz cevabından sonra dediğimiz gibi bu işleri kendi insiyatifimizde yürütecektik.

Mesele basit bir yazışma, konuşma olmayıp, tarihi derinlikleri olan, hassas ve her türlü spekülasyona açık bir konu olduğundan; oldukça dikkatli olmak gerekiyordu. Bu hassasiyetlerden dolayı, tecrübe ve bilgisinden devamlı yararlandığımız Sayın Osman Ünsal ile düşüncelerimizi paylaştık ve ortak çalışma isteğimizi söyledik. O da, yapmak istediklerimizi taktirle karşılayarak beraber çalışma talebimizi kabul etti. Bunun üzerine bir çalışma planı hazırladık.

Yaptığımız çalışma planına göre:

  1. Kilisenin statüsü belirlenecek.

  2. Restore işlerinin prosüdürü öğrenilecek.

  3. Müze olarak kullanılmasının olabilirliliği araştırılacak.

    Bu üç nokta Türkiye resmi kurumlarıyla yapılacak çalışmalar sonucu tesbit edilecekti.

    Bir diğer konu ise projenin finans kaynaği idi.

Kilisenin bugünkü konumdan istediğimiz düzeye getirilebilmesi için olmazsa olmaz ilk adım gerekli olan parasal kaynağın birşekilde bulunması ve garantiye alınmasıydı.

İlk planda bu kaynak ya devletin ilgili kurumlarınca, ya da belediyemiz tarafından karşılanacaktı. Ama biz, ne devletin ne de belediyenin böyle bir katkıda bulunacağından emindik, hatta katkıda bulunmazlar düşüncesi hakimdi.

Bu durum, parasal kaynak sağlamak için başka olanaklar bulmamızı gerekli kılıyordu.

Bunuda biz yapacaktık.

Başarırsak ne devlet , ne de belediye kasasından proje için para çıkmayacaktı.

Sonuçta yapacağımız, yurt dışında ve içinde, bize kaynak sağlayabilecek özel veya resmi kurumlarla, vakıflarla bağlantı kurmak, onlara projemizi tanıtmak ve destek talep etmekti.

Ve bütün bu çalışmaların Türkiye ayağını Wuppertal Çepni ve Çevresi Yardımlaşma Derneği, yurt dışı ayağını ise Osman Ünsal yapacaktı.

Kilisenin Müze olarak kasabamıza kazandırılmasının genel çerçevesi buydu.

Eylem…!

Ve Osman Ünsal Türkiye’ye gitti. Orada ilk resmi girişimleri başlattı. Kilisenin Kayseri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca tescil edildiği bilgisi üzerine, o kurumda çalışmış olan öğretmen ve eski belediye başkanlarımızdan sayın Sadık Yücel’le Kayseriye giderek ilk adım için gerekli evrakları, bilgileri aldılar

Kayserideki bu görüşmelerle ilgili Sayın Osman Ünsal’ın mektubu.

Kilisenin tescil edilmesine dair belge.

Osman Ünsal ve Sadık Yücel öğretmenlerimiz çok güzel iş yapmışlardı. Çok önemli sorular cevabını bulmuştu.

Belgelerde anlaşıldığı gibi kilise:

  1. Kayseri K.T.V.K. Kurulu Müdürlüğü tarafından 20.10.1990 tarihinde tescil edilmişti.

  2. Kilise konusunda muatab belediye değildi.

  3. Kilisenin arazisi çevredeki yerleşiklerce işgal edilmişti.

(Yine ilginç olan tutanaklarda Çepni Belediye Başkanının veya bir yetkilinin toplantıda bulunmaması ve imzasının olmayışı. )

Kayseri – Ankara Yazışmaları:

Bu bilgi ve belgeler doğrultusunda Wuppertal ÇÇYD olarak Kaysei ve Ankara’ya aşağıda ki yazıyı gönderdik.

Yazımıza karşı Kayseri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulundan aldığımız yanıt:

Kayseriden gelen bu yanıt üzerine, aynı içerikli yazıyı Kültür Bakanlığı, Müzeler Genel Müdürlüğüne gönderdik, fakat Ankara’dan herhengi bir yanıt gelmedi.

Ermeni Patrikhanesi ile Yazışma:

Ankara ve Kayseri’nin yanısıra, İstanbul’daki Ermeni Patrikhanesiyle de işbirliğini başlatmak için bir rapor hazırladık. Çepni tarihi, sosyal yaşamı ve yapısı, kilisenin bizler için tarihsel ve kültürel anlamı, neden burayı ” müze” olarak insanlara, kamuoyuna sunmak istediğimizi anlatan ve fotoğraflarla da detaylandırılan dosyamızı patrikhaneye gönderdik.

Patrikhanenin bize göndermiş olduğu yanıt:

Ermeni Patrikhanesinden gelen yukardaki yanıt üzerine iki telefon görüşmemiz daha oldu. Sonuçta bizlere, taleplerimiz doğrultusunda yardımcı olabilmek için çaba harcıyacaklarını ifade ettiler. Bu gelişme bizler için çok önemliydi.

İstanbul ile yapılan bu görüşme ve yazışmalara paralel, Sayın Osman Ünsal, Avrupa ve ABD’deki Ermeni Vakıf ve benzeri kuruluşlarla kontağa geçip, amacımız doğrultusunda onların bizlere ne katkıları olabilir bunu araştırıyordu.

Ankaradan hala bir cevap gelmemişti. Bunun üzerine ikinci bir yazı yazmak gereğini duyduk.

Ankara’ya ikinci yazı:

Bu yazımıza cevap olarak Müzeler Genel Müdürlüğü bizlere, bu ve benzeri tarihi eserlerle ilgili ”T.C. Kültür Bakanlığı, Kültür Ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu (Ankara) nın almış olduğu ”Röleve- Restitüsyon- Restorasyon Proje Hazırlama Esasları” kararlarını gönderdi.

Gönderilen yukardaki kararların, hem mekan, hemde proje olarak amaçlarımızla tamamen örtüşmesi bizler için büyük bir şanstı.

Bu, bakanlığın gerekli altyapı işlemlerini tamamlarsak projemize onay verecekleri anlamına geliyordu.

Ve haziran ayı geldi, izine Çepni’ye gittik. Yazışmaların ışığında olayın ikinci aşamasını başlatmamız gerekiyordu.

Sayın Osman Ünsal’da Çepni’ye geldi.

Durum değerlendirildi ve kasabamızda eyleme geçmeden önce tekrar Kayseri’ye ” Kayseri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Müdürlüğüne” gidip, daha detaylı görüşme yapalım; genel olarak bir yol haritası çıkaralım dendi.

Sayın Osman Ünsal, Sadık Yücel, Sami Güler ve Emsalettin Temel olarak Kayseri’ye gidildi.

Kayseri’de iki görüşme yapıldı.

Birincisi, Kayseri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Müdürlüğü ile. Bu görüşmede, yapılan yazışmalar, düşünceler; Sayın Osman Ünsal’ın ilk ziyaretindeki görüşmeleri de kapsayacak şekilde tekrar değerlendirildi. Sonuç olarak yetkililer bize; Kültür Bakanlığının göndermiş olduğu, yapılması gerekli işlemlerin hazırlanması, plan-proje çizimi, rapor hazırlanması v.s. ne gerekiyorsa ellerinden gelen yardımı yapacaklarını belirttiler.

Amacımız, projenin resmi tarafını azda olsa sorun çıkmayacak şekilde garantiye almaktı ki bu kanımızca sağlanmıştı.

İkinci görüşmemiz ”Kayseri Surp Krikor Lusavoriç Ermani Kilisesi” ile oldu. Beraber oraya gittik. Bu kilisenin özel bir önemi vardı. 1100 yıllarında yapılan bu Ermeni Kilisesi hiç kapatılmadan günümüze kadar ibadete açık kalan badir kiliselerden biriydi. Buradaki ilgililerede projemizi anlatmak ve onların bizlere nasıl yardımcı olabileceklerini öğrenmek istiyorduk. Kilisenin her tarafı inşaat halindeydi. Yetkili restore edildiğini, dolayısıyle bitinceye kadar ibadete kapalı olduğunu söyledi.

Oturduk; neden geldiğimizi, İstanbul ile diyaloğumuzu v.s. anlattık. Bizi dinleyen yetkili bizleri taktir ettikten sonra konuyu konuşacaklarını ve hertürlü maddi ve manevi yardımı yapacaklarını, bundan emin olmamızı ifade ettiler. Hatta, kendi restore işlerinin finansmanının da, önceleri Gemerek’ten İstanbul’a göçmüş bir Ermeni vatandaşımız tarafından karşılandığını söylediler. İlginç tarafı, bu vatandaşımız isminin kesinlikle açıklanmaması şartıyla bu restore işlerini karşılıyordu.

Projenin birinci aşamasının sonucu:

Kasabamız; Çepni Belediye Başkanlığı dışında ki ilk aşama, yani resmi eyleme geçmenin ”ALT YAPISINI HAZIRLIK ÇALIŞMALARI”genelde başarı ve umutla tamamlanmıştı. Bundan sonrası, beirli resmi prosüdürlerin ”resmi yazışma ve muatab makamı olma” çerçevesinde yürütülmesi gereken işlerdi; bu makam ise Çepni Belediye Başkanlığıydı.

…………

Çepni Sohbet ve Bilgilendirme Toplantısı.

Tarih: 31.07.1995

Meselenin en zor kısmına gelinmişti. Zira, Belediye Başkanlığının, veya Başkanının tutumu; derneğin göndermiş olduğu rapora karşı verilen 08.03.1995 tarihli yazıyla belirtilmişti.

Ama ifade ettiğimiz gibi, bu projenin gerçekleşmesi için bazı şeyleri göz ardı etmek gerekiyordu. Sonuçta, meselenin aksamaması için bütün Çepnilileri bilgilendirelim, olayın içine çekelim dedik ve geniş tabanlı bir bilgilendirme toplantısı düzenledik. Çay bahçesi kıraathanesinde 31.07.1995’de yapılan yapılan bu toplantıya, vatandaşlar yanısıra, seçimlerde belediye başkan adayı olupta seçilemeyenlerde davet edildi.

Toplantıyı Sayın Osman Ünsal ve Wuppertal ÇÇYD adına Emsalettin Temel yönetti. Emsalettin Temel Wuppertal’de bulunan Çepni ve Çevresi Yardımlaşma Derneğinin faaliyetleri ve kasabamıza yaptığı katkıları anlattıktan sonra; kasabamızın içinde bulunduğu durum gereği bazı işlerin yapılmasını önerdiklerini ve bunların gerçekleştirilmesine katkı sunacaklarını ifade ederek, 02.03.1995 de Belediye Başkanlığı başta olmak üzere, encümen ağzaları, muhtarlar, dernek ve okul müdürlerine gönderdikleri raporu tekrar okudu. Rapordaki önerilerden okulların Isıtma Sistemi ve kilisenin restore işlerini öncelikli faaliyet olarak düşündüklerini ve çalışmalara da başladıklarını anlattı.

Sayın Osman Ünsal’da bu rapor doğrultusunda kilisenin konumunu ve önemini anlattıktan sonra buranın neden bir ”Çepni Müzesi” olarak kasabamıza kazandırılmasının gerekliliğini detaylı bir şekilde izah etti.

Toplantı değerlendirme, soru-cevap şeklinde çok olumlu geçti. Konuşmacılar, dinleyiciler herkes düşüncelerini söylediler. Vatandaşların desteğini ve heyecanını görünce bizlerinde umudu arttı. Kısaca toplantı amacına ulaşmıştı diyebiliriz.

Sıra projenin birici bölümünün son aşamasına gelmişti; belediye başkanının projenin resmi aşamasını üstlenmesi.

Ertesi gün Sayın Osman Ünsal ve Emsalettin Temel olarak Belediye Başkanı Sayın Timur Aydoğan’ı makamında ziyaret ettik.

İçeri girdiğimizde Başkan ve Mehmet Alkan oturuyorlardı. (Mehmet Alkan konuşmalar süresince oturdu, bizi dinledi; bizde özel işimiz var diyemedik.)

Sayın Osman Ünsal toplantıdaki olumlu havadan başlayarak, bizlerin bugüne kadar neler yaptığımızı bütün detayları ile tekrar anlattı ve yapılanların tek amacının belediyemizin işlerini kolaylaştırmak olduğunu ifade etti. Bu çalışmalardan dolayı belediyemize herhangi bir maddi yük gelmeyeceğini, işin bu tarafını bizlerin halledeceğini anlattı.

Ve belediyemizin bundan sonra neleri yapması gerektiğini (resmi girişimler, yazışmalar v.s.) izah ederek, bizlerinde her zaman desteğe hazır olacağımızı söyledi.

Bu kısa ve öz anlatımdan sonra Sayın Başkan sözü aldı, ve masaya vurarak kendisinin herşeyi bildiğini, bizim boş yere uğraştığımızı, müsaade ve onayı olmadan kimsenin Çepni’de bir şey yapamıyacağını ve buna müsaade etmeyeceğini… anlatırken Osman Ünsal araya girip, masaya vurarak anlatmamasını rica etti. Sohbetin havası birden değişmişti; Başkan, adeta kavga edercesine konuşuyordu.

Ve son cümleleri:

Başkan:

”Bana bakın, birgün sabahleyin kalkarsınız kiliseyi yerle bir bulursunuz”.

Osman Ünsal:

”Bu nasıl olacak Timur Bey”.

Başkan:

”Gece traktörün teknesini takar yerle bir ederim”.

Osman Ünsal :

”Bu son sözün mü Timur Bey”.

Başkan:

”Evet”.

Diyalog kelime kelimesine böyleydi. Bu korkunç birşeydi.

Ben şaşırmış Osman Ünsal’a bakıyorum, o bana bakıyor.

Göz göze gelince, mesele hallolmuş gibi ikimizde birden kalktık ve ayakta Osman Ünsal son olarak Başkana:

” Mağdem böyle Timur Bey, eğer o kiliseye bir şey olursa bunun tek sorumlusu sensin. Buna bende, Emsalettin’de ve şu oturan befendi de şahit.” dedi.

Ve odayı terkettik. İşin gerçeği ikimizde şok içindeydik. Biraz sustuk ”abi ne oluyor?” dedim. Osman abi ise ”Emsal bunu iyi tanırım yaparmı yapar. Yaparsa bütün ümütler yıkılır; en iyisi bu Çepninin başından gidinceye kadar bekleyelim” dedi.

SONUÇ…..

Sonunda ne mi oldu dostlar….Seçim geldi belediye başkanı adayları konuyu programlarına taşıdılar: Kilise müze yapılacak !… Timur Aydoğan seçilemedi yerine gelen Sayın Mehmet Uralın’ın seçim bildirisi yok ama onun gündemindede kilise-müze olduğunu biliyoruz..Beş yıl geçti, yok. Sonra Öğretmen Sayın Hüseyin Erdal: Sevgili Dostlarım, diye başlayan 22.01.2004 tarihli Wuppertal ÇÇYD’ne gönderdiği seçim bildirgesinin, C- Eğitim ve Kültürel Faaliyetler başlığı altında 4. Madde: ”Kilise kesin düzenlenecek ve müze haline gelecek.” dedi, beş yıl kaldı aynısı; yok (keşke ”kesin” kelimesini kullanmasaydı)

Sayın Hüseyin Erdal’dan sonra 2009 da seçilen emekli subay Sayın Hurşit İmren’de programına yazmamasına rağmen; eski başkanın kilse konusunda bir şey yapmadığını eleştirerek, Ankara ile görüştüğünü falan ifade ederek, gerekli çalışmaları başlatacağını söylemiştir… Dört yıl geçti, ne oldu; hiç…

YIL 2013. Seçime bir yıl kaldı.

Girişimlerin başlamasından 18 (onsekiz) yıl geçti.

Üç belediye başkanı kiliseye değil, o tarihi esere sıkılmadan bakarak görev yaptı, yapıyor.

Ve bizim AYDIN Çepnili hemşehrilerimiz !

Yapılan çalışmalar değil beyler heba olan; ÇEPNİNİN GEÇMİŞİ VE GELECEĞİ…

Bir not düşelim dedik…

E. Temel.

memleketimden insan manzaraları…HALİL TATAROĞLU

 

HALİL TATAROĞLU

 

1898 doğumlu olup, Mustafa Efendi’nin oğludur. Dedesi Kızıl Sakallı Müftü Sadık Efendi’dir. Sadık Efendi Mısırda Kahire’de bulunan El-Ezher Ünüversitesinde ilahiyat okumuştur.
Halil Tataroğlu Kayseri’de Rüştüye (ortaokul derecesinde Osmanlı okulu) okumuş, Arapça ve Farsça eğitimi almıştır.

Kurtuluş savaşına katılmış ve dört yılı cephede geçmiş, istiklal madalyası sahibidir. Savaştan sonra köye dönmüştür.

Köyde canlı hayvan alım ve satımıyla uğraşmıştır. Ticaretin yanısıra köyün sorunlarıylada uğraşarak kasaba olunmasında en büyük katkıyı vermiştir.

Halkın güven ve sevgisini kazanarak 1953’de muhtarlığa seçilmiş, arkasından köy kasaba olunca da 1954′ yapılan referandum da doğrudan belediye başkanlığnı üstlenmiştir.

Kasabanın ilk belediye başkanıdır. Belediyeye ilk kamyonu o almıştır.

Çevrede kamyon yoktur ve amacı nakliye ile yeni ve bütçesi olmayan belediyeye ekonomik girdi sağlamaktır. Kamyonla Adana’dan pamuk küsbesi getirerek belediye adına satmıştır.

Ticareti iyi bildiğinden, yeni kurulan kasabanın ticari ve etik kurallarının belirlenmesinde ahlaki değerler diyebileceğimiz örnekler sunmuştur.

Belediye bütçesinden harcamaları asgariye indirmiş, çoğu zamanda kendi ticari kazancından bu harcamaları karşılamıştır.

Kamyonla yolculuklarında gidilen yerlerde otellerde değil şoför mahallinde yatmışlar, lokantalarda değil; üzüm, peynir yiyerek; ama kendi paralarıyla, belediye bütçesini ayakta tutmuşlardır.

Ve seçim zamanı gelmiştir, yıl 1955.

Halil Tataroğlu yine örnek bir tavır sergilemiş, yerini siyasi bir şartla başkasına devretmiştir, aday olmamıştır. Nedir bu siyasi şart ? Kendisi Demokrat Partilidir ve aday olmak isteyen Zühtü Yücel ise Cumhuriyet Halk Partilidir. Kendisi konsa kesin kazanacaktır fakat Zühtü Yücel’de başkanlığa adaydır. O günlerin Demokrat Parti ve CHP kavgasının kasabada başlangıcı olacaktır ki buda halkı bölecektir. Durum Adnan Menderes’e intikal ettirilir. Menderes, Zühtü Yücelin Demokrat Partiye geçmesi haline Halil Tataroğlu’nun aday olmayacağını söyler ve seçimlerde böyle gelişir. Zühtü Yücel artık Demokrat Partilidir ve belediye başkanı olmuştur.

Partide ve saygınlık kazanan Halil Tataroğlu’na Menderes Sivas milletvekilliği teklif etmiştir fakat o kabul etmemiştir.

Belediye başkanlığı sırasında Sivas valisi kasabayı ziyaret etmiştir. Vali belediyeye girince, gider başkan koltuğuna oturur. Bunu gören Halil Tataroğlu Valiye, ” Sayın vali orası belediye başkanının yeridir, biz gelip sizin koltuğunuza oturuyormuyuz” diye tepkisini gösterir. Artık vali ne demişse, valiye ” Siz Sivas Valisi olabilirsiniz ama Çepni Belediye Başkanı asla olamazsınız” demiştir.

Halil Tataroğlu aynı zamanda çok yardımseverdir. Yardımlarında gizliliği önemsemiş adının kesinlikle verilmesini istememiştir. İsmi bilinen bir vatandaşın öküzü ölür, ona bir öküz gönderir fakat vatandaş ondan geldiğini bilmez. Fakirlerin veresiye alişverişlerinin kapatılması gibi kazancının önemli kısmınıda halkla paylaşmayı bilmiştir.

1955-1960 yıllarında Sivas ve Kayseri’nin en zenginleri arasındadır fakat buna rağmen kasabayı terk etmemiştir.

1949 da kendi kefaleti ile ilk traktörü getirmiştir. Fiyatı o zamanın parası ile 5000 liradır. Yalnız sürecek vatandaş yoktur. Şoför olarak Kızılcakışla’dan Tahir Efendiyi getittirir.

Makinalı tarıma geçişte de bencil davranmamıştır, ileri görüşlülüğünü ve insanını nasıl sevdiğini göstermiştir. Bütün tarlalarını Ziraat Bankasına ipotek ettirerek isteyen Çepnilinin traktör almasını sağlamıştır.

Halil Tataroğlu halk arasında ” Halil Ağa, Halil Efendi” gibi adlarla anılır. Bir insanın ” Ağa” ve ” Efendi” ünvanlrını kazanması çok önemlidir.

Nüktecidir de. Birgün Deli Tahir (Allah rahmet etsin Tahirağa’da çok nükteci ve kasabamızın belirli şahsiyetlerindendi ) arka cebinde rakısı ile Halil Efendiye ” Gel bugün beraber içelim ” der. Halil Efendi cevap olarak ”Ben içsem senin gibi olmak içerim, peki sen kimin gibi olmak için içiyorsun der.

Ve bugün bu değerli Çepnili’nin sekiz kız, üç erkek çocuğu, otuzun üzerinde de torunu vardır.

Torunlarından üçü profösördür.

17 Aralık 1977 yılında vefat eden Halil Tataroğlu her yönüyle örnek alınması gereken bir kişilikti. Ticaretinde olsun, idareciliğinde olsun söylemleriyle, pratiği ile günümüzde bile anlatılır ve örnek olarak sunulur. Tarihsel zor dönemlerde dahi kasabada Ermeni, Türk, Alevi, Sunni gibi ayrımlara girmemiş; herkesi korumuş ve kollamış dürüst bir insandı.

Kabri kasabamızda aile mezarlığındadır.

İnsanları yaşatan geride bıraktıkları ahlaki değerlerdir… Halil Ağa böyle bir Çepniliydi…

(Barlas Tataroğlu’na babası Halil Tataroğlu’nu tanıtmada katkılarından dolayı teşekkür ederiz.)

Şiir… Tıkırcağım / AGAH ÖZBEK

AGAH ÖZBEK

1958 yılında Çepni kasabasında doğdu. İlk ve orta öğretimini kasabada, lise eğitimini Çorum ve Adana’da tamamladı. Adana’da otel işletmeciliği yaparken hayat rüzgarı onuda uzaklara, Almanya’ya attı.

Almanya’nın Wuppertal kentinde işçi olarak çalışan Özbek, fotoğrafcılık gibi hobilerinin yanı sıra gençliğinde başladığı şiir yazma sevdasını günümüzde de sürdürmekte. Yazdığı şiirlerin bir kısmını ” Şiir Antolojisi Web Sitesi”n de yayınladı.

 

Babamın ardından

Bir yıldız kaydı
Benim için.
Hemde görünmeyen bir yere
Aldı götürdü benliğimi
Hatıralarımı…
Uzun değil,
Kısa bir zaman oldu kayalı.
Henüz sıcaklığı kalbimde.
Babam yok oldu artık
Bir yirmidokuz mart sabahı,
Yağmur çiselerken
Yaşlı gözlerle uğurladım onu
Babamı.
Çok hafifti tabutu omuzlarımda
Henüz on günlük askerdim
Amasyada.
Üç günlük izin
Sanki babamı son yolculuğa
Uğurlamak için hazırlanmıştı.
Son yolculuğunda bir traktöre bindi
Habersiz.
Gençlik yıllarını verdiği
Değirmenden geçerken
Neleri hissetti kimbilir.
Bir yamaca gömdüler toprak kokan
Islak yağmur serpmesiyle,
Küreklerle toprak boşaldı üzerine…
Şimdi uzaktan seyrediyor
Köyünü
Ve insanları.
Yeryüzü çok gördü onu
Kalabalığın ortasında
Kuş gibi çarpan kalbini
Çok gördü
Dalgın yüreğiniçok gördü
Bizim için çarpan
Kaygılarla dolu yüreğini…
Babam yok artık
Bu kesin
Gelecek bir yere gitmedi
İşte geldim çocuklar demeyecek
Nasılsın yavrum demeyecek
Sobanın yanına oturup
Uzatmayacak ayaklarını,
Zoraki nefes almayacak
Oflayıp püfleyerek,
Sıkmayacak artık ağzına
Oksijen tüpünü.
Kaşındaki siyah ben
Buğulu gözleriyle
Gülümsemeyecek artık…
İçindeydi insanların
Topluluğun,
Vaz gecilmez bir sevdayla
Yürüttü Muhtarlık görevini,
Artık görevini yapabilime mutluluğuyla
Basamayacak mühürünü kırışık kağıtlara…
Gençlik dönemleri birşey anlatmıyor bana
Aklımda hep son dönemlerimin babamı.
Hayatım sürüp gidecek babam olmadan,
Çocuklarım olduğunda
Onlara babamı anlatabileceğim sadece.
Fotoğraflarına bakacaklar.
Uzun pardüsü, tozlu papuçlarıyla
Kapımı çalıp
Girmeyecek.
Tatil günleri otobüsten
İndiğimde kasabaya
Elimde valizimle çaldığımda
Kapıyı
Sarılamıyacağım artık boynuna
Alamıyacağım sıcaklığını yüreğinin,
Islak yanaklarıyla öpmeyecek
Öpmeyecek gözlerimden.
Babam yok artık
Onun yüreğinde bende yokum
Yani babamla tanımlanan
Bende öldüm onunla.
Şimdi yeni bir tanıma alıştırmalıyım
Kendimi.
Şimdi ben kendimi düşünmezken bile
Kim düşünür beni.
Umutsuz olmak gerektiğini biliyorum
Bu acımasız gecede
Yazgı diye birşey yok
İçinde yaşadığımız bu toplum
Öldürdü babamı.
Çırpıntılarla hırpalanan yüreği
Dayanamayıp parçalandı sonunda
Şimdi toprak dolar gözlerine
Artık istesede kımıldayamaz
Yokluk esir aldı onu
Bağladı ellerini kollarını sessizlik
Çaresiz bile değil artık
Ama onun umutları
Benımde umutlarım olacak
Bundan böyle
Çaresizleri korurken
Babamıda korumuş olacağım biraz.
O dilediğince yaşayamadı ömrünü
Varlığını özgürce geliştiremedi
Ama bütün insanlar
Varlıklarını özgürce geliştirecekler bir gün
Ve
Babamı hiçbir zaman unutmayacağım.
Her ölüm kahramancadır
Babam hepimizden önce yaşadı
Bu kahramanlığı
Ey benim yüreğim güç ver bana
Ey hayat güç ver bana
Babama yaraşan şiirler yazayım
Boşuna yaşamamış olmasın o
Sonsuzlaşsın içten pürüzsüz
Dizelerimle…
Birgün
Sabahın erken saatlerinde
Buğday kokan yamaçlara tırmanırken
Eşşek üzerinde
Nasılda sarılırdı
Tırpan ve tırmığa
Yaşlı bir dağelmasının dibinde konakladığımız
Tarlamız.
Çekirge sesleri
Ot çıtırtıları
Sarı buğday başakları
Uçuç böcekleri, kırmızı gelincikler
Koyungözü çiçekler..
Bak kızılırmak aşağıda
Nasılda özgürce yayılmış
Bozkırlı ovalardan
Karadenize kaygusuz akışı,
Ta uzaklarda
Kayaların eteğinde
Güneşin Buğulu bulutlarla sakladığı
Köyümüz Çepni…
Ve bizim
Coşkuyla tırpan sallayışımız
Bereketli topraklarda
Ter kokan vucudun arkasından
Öğle yemeği
Soğuk bir katıklaş.
Akşamda ne çabuk olmuş
Dönülmez
Kalacağız ıssız dağda
Sap yığını duldası
Yatak olacak o gece
Ve tazeliğiyle hatırlıyorum
Kollarında yattığımı
Uyandırıp sabahın erken saatinde
Gösterdiğin kurtların karşıya geçişini
Elinde silah değil
Bir keser vardı biliyorum
Savunmak için,
Kimbilir uykumda
Nasıl korudun beni
Benden habersiz…
Dönüşde duyduk
Kıbrıs savaşını
Adayı almış askerlerimiz.
Evimize geldiğmizde
Açıpta radyoyu
Nasılda gururlandın Ecevitinle…
Şimdi sen yoksun artık
Babacığım.
Nasıl acı duyarsa bir mağra adamı
Nasıl çıkarsa ölçüsüz haykırışlar gırtlağından
Öyle bağırayım bende
Sonsuzlaşsın yüreğim
Bütün insanlara
Sevgiler taşıyacak kadar
Ve öylesine güzelleşsinki her şey
Öylesine erisinki yumşak bir ışıkta
Öylesine bilgeleşeyim
Öylesine sevgiyle dolsunki kalbim
Ölürken babamlaşayım.
Biliyorum var olmaz bir daha yok olan şeyler
Umurumda değil biçim değiştirişi maddenin
Ruh diye bir şey de yok
Ama gizli sevgiler
Bulunup çıkarılırsa yüreklerden
İnsanların,
Çıkarılırsa karanlığından
Unutuşun yaşanmamış olan şeyler
Ve tek bir insan yüreği gibi
Çarparsa birgün insanlık
Hiç bir şey yok olmamış olacaktır.
Düşünerek sonsuz
Büyük
Ve bütün zamanları,
Birleştiren bir sevgi
Ve şerefli bir hayattır
Ondan sonraki ölümler…

06-01-1984-Adana

Tıkırcağım var ya

Ilkel
Neler ilkel degildi ki
Topragın karasabanla islendiginde
Analarımızın elinden igne düsmezdi
Yama yaparlardı pantolonlarımıza
Yüncorap lastik ayakkabı
Nasılda tutardı ayaklarımızı
Ah askılıpantolon
Dügmesi koptugunda neler cektirirdi.
Hafta sonu okul hazırlıgında
Önlük camur yaka yirtik
Ödev yapılmamıs
Nasil uykuları kacırırdı.
Ya odun ya tezek
Elinde canta
Okul yolunda
Diz boyu kar ve soğuk
Nasil cekilirdi
Hele kışları çamur
Hurşutgilin pınarda
Sabahın soğunda buz gibi su ile
Ayakkabi yikamak
Okulda ilk fırçayı
Necipağadan yemek
Nasıl unutulurdu
Saçlar uzun
Ali hoca geliyor
Nasıl dayanırdı yürek
Hele bir zil çalsa
Zeynep hala
Camiye asağı nasıl koşuşurduk.
Berbere gitmek
Ne kadar zor
Saçlari yolardı adeta Islamağa
Ilkel değilmi o makina.
Hele gözünü sevdiğim
Kabak
Bir baskasın sen
Dikenli yapraklarıyın arasından
Seni çıkarmak
Seni alıpta alaçığın başına oturmak
Keskin Sivas bıçağıyla sana şekil
Vermek.
Ve yapınca tıkırcağı
Şemşamerin yapraığını takınca kabağa
Kosunca tozlu yollardan
Çııkardığın toz ve sesle nasıl terlerdi
Vücudum
Öksür öksür sabaha dek
Sen bir baskasin
Tıkırcağım.
Sen bana neleri unutturmadın
Kimleri unutturmadınki
Ali hocalar,
Soguk karli okul yollari,
Karatahtadaki sıra dayağını
Açlığı,susuzluğu,yorgunluğu
Daha neleri
Mutsuzum evet mutsuzum
Olsun
Tıkırcağım var ya.
Şimdi çok yııllar geçti aradan
Kaç mevsim
Kim bilir
Kaç kez ağladım
Kac kez güldüm
Kim bilir
Ve bilirmisin sen
Seni nasıl özlediğimi
Hatırlarmısın arkandan
Nasıl koştuğumu
Ayagımı taşa tökezleyip
Düşdüğümü
Çantada azık
Bir şörek bir ayva
Duvarlara bak sapsarı
Ayva sularından
Köy ortasında bir heycan
Otobüs gelmiş
Mektup okunuyor
Kos karış kalabalığa dinle
Bir bir
Hele bir gelmişse mektup
Aldığınla kac
Müjde büyük
Ve gecer günler
Okul biter
Ardından yaz
Hemde koca tatil
Yoktur artik
Ali Hoca,Osman Akdag
Iste tikircagim var ya
Ne kadar garip
Tıkırcak
Öyle görkemli durur ki
Hiç sormayın
O hic yorulmaz
Hic aglamaz
Ama kırılır
Yaparim yenisini bir solukta
Patates,domates,salatalık
Arasında yetişir semsamer
Iste onun kökü var ya
Yapraklarida
Bir parcasıdır tıkırcağin
Mutsuz anılarımda
Tıkırcağım var ya diye
Seni hatırladığımı
Bilirmisin
Işte şimdi
Bazı zamanlar
Yine seni hatırlıyorum desem
Inanırmısın
Yo yo
Artık büyüdüm.
Uzun zamanlar gecti aradan
Seninle olamam artik
Benimle olsanda avutamazsın…
Çok yıllar gecti
Ama unutmadım seni
Biliyormusun
Simdi yaşadığım yer senden cok uzak
Senin esintilerin bile yok
Benzerinde
Sadece bir ses
Kulaklarımda çınlıyor
Tıkırcağım
Tıkırcağım var ya…

 

 

 

 

Roman…CESET FOTOĞRAFÇISI / ERHAN PINARBAŞI

ERHAN PINARBAŞI

Erhan Pınarbaşı Çepni Kasabası’nda dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini kasabada tamamlayan yazar, 1979 yılında başladığı askeri okuldan 1983 yılında Foto-Film uzmanı olarak mezun oldu, öğrenimine Sosyal Bilimler Ve İktisat Fakülteleri’nde devam etti. 2006 yılına kadar Foto-Film Uzmanı olarak görev yaptı.

Yazın yaşamına şiirle başladı. Damar dergisinde yayımlanan öyküsünün ardından, Evrensel Kültür, Edebiyat ve Eleştiri, Yaba, Kıyı, Kül gibi dergilerde öyküleri yayımlandı.

Erhan Pınarbaşı’nın öyküleri bir solukta okunacak sürükleyici öyküler. Öykülerindeki zengin anlatım tekniği ustalığını ortaya koyuyor. On üç öyküden oluşan Mühür’de kısa öykü örnekleri yalın bir dille çıkıyor karşımıza. Durum öyküsünden olay öyküsüne, kurgudan gerçek yaşama uzanan şaşırtıcı metinler, kimi zaman bir savaşa kimi zaman kendi iç dünyasına götürüyor okuru. Pınarbaşı, toplumsal olayları bireyden yola çıkarak göz önüne seriyor. Mühür’deki öykülerden bir bölümü çeşitli edebiyat ödülleri alırken kitap olarak S.E.S birincilik ödülüne değer görülmüş.

Vedat AKDAMAR (Artshop Yayınevi)

Bugüne dek yazdıkları Erhan Pınarbaşı’nın polisiye türe ilgisine dair hiçbir ipucu vermese bile, Ceset Fotoğrafçısı’nı gazete ilanlarında gördüğümde, romanın polisiye türde olduğunu düşünmüştüm. Yanılmışım. Evet; katiller, cesetler, faili meçhuller, kaçakçılar, suç ve ceza, ‘at izinin it izine karıştığı’ bir şehir, kısacası polisiyenin alanına girecek ne varsa eksik değildi bu hikâyede. Ama muamması, gizemi, oyunu yoktu; Türkiye Cumhuriyeti’nin kriminalleşen otuz yılını, kriminal bir savaşı, o savaşın tarihinden kısa bir dönemi anlatıyordu Pınarbaşı.

Anneme… Oğlumun annesine… Evlatlarını yitirmiş annelere…” adanmış bir romanın hikâyesini -hele ki son otuz yıla tanık etmişseniz eğer- merak etmeyebilir, savaş bütün acılarıyla hâlâ sürüp giderken, 80’li 90’lı yılların acılarını tazelemek istemeyebilirsiniz. Oysa Ceset Fotoğrafçısı adı kadar ürkütücü değil. Savaşın o coğrafyaya sabitlediği şiddet atmosferi hissediliyor elbette ama aşkı, sevgiyi, dostluğu ve gelecek umudunu barindıran bir hayatı da anlatıyor Pınarbaşı; Batıdan görünenden farklı bir Hakkâri’yi…

Ömer Türkeş (Radikal Gazetesi)

Erhan Pınarbaşı, “Sevdalı Irmaklar Munzur ile Pülümür” adlı mitolojik romanı ile Munzur ve Pülümür’ün aşkını bize anlatmış. Kitap, Yurt Kitap-Yayın tarafından ‘Tarihi Romanlar’ dizisi adı altında yayımladı. Yazar bizleri coğrafyanın geçmişine doğru mistik bir yolculuğa çıkarıyor. Farklı hikayeler anlatılagelmiştir Dersim coğrafyası hakkında. Bu hikayeler çıktıkları sınırları aşmış çoğu zaman… Pınarbaşı, farklı sayılabilecek bir hikaye ile karşımıza çıkıyor. Munzur ile Pülümür’ün aşkını bizlere anlatmış. Bu aşkın önüne çıkan engellere karşın akışını hâlâ sürdürüyor iki ırmak. Tabii ki şu lanet baraj illeti ortadan kaldırılırsa… Sevdalı Seyit’in Asmesi’ne kavuşması hikayesini anlatır yazar. Seyit bu mücadelesi içinde, Munzur ile Pülümür’ün sevdasını öğrenir. Su olup akan ve sonra birleşen sevdalı iki ırmak. Seyit’in sevdasına, Asmesi’ne kavuşmasına Munzur ve Pülümür suları tanıklık etmiştir. Kavuşamayan iki sevda iki sevdalıyı kavuşturarak, sevda karşısında duran töreyi sularında alıp götürmüştür. 

Şerif Karataş (EVRENSEL)

‘Aynadaki Kadın’, Erhan Pınarbaşı’nın on dört öyküsünü bir araya getiriyor. Tüm öykülerin ortak özelliği olarak da, gündelik hayatın hengâmesinde çoğu zaman görmezden gelinen ayrıntılar olduğu söylenebilir. Bu ayrıntılar, öykü kahramanlarının veya anlatıcının iç dünyasını açığa çıkaran özellikleriyle yer alıyor. Öykülerin diğer bir özelliğiyse, kahramanları üzerinden bir Türkiye profili yaratmasıdır denebilir. Çünkü yukarıda bahsettiğimiz ayrıntılar, metinlerin çoğul kahramanları için de geçerli. Daha önce birçok ödül kazanmış ve şiir kitapları yayınlanmış Pınarbaşı’nın bu kitaptaki öyküleri, Türkiye’nin yetenekli bir genç kalemin metinleri olarak düşünülebilir.

RADİKAL

KİTAPLARI:

Ellerinde Kan Vardı 1995 Eko Yayınları

Çukura Sığmayan Adam (1998) Kendi Yayınları

Kar üşüdü (1997) Ulusal yayınları

Mühür (2000) Kültür Bakanlığı Yayınları

Sevdalı Irmaklar- (Munzur ile Pülümür) (2004)Yurt kitap-yayın

Külden Künyeler 2006 Artshop Yayınları

Senden Sonra Hiç Ağlamadım 2006 Artshop Yayınları

Aynadaki Kadın 2006 Yirmi dört Yayınları

Kar ve Kan (ceset fotoğrafçısı) 2008 Alkış Yayınları

Aldığı Ödüller:

35.Ulusal 9. Uluslar arası Hacıbektaş öykü ödülü(2.)1998,

Mülkiyeliler Birliği Vakfı Şinasi Özdenoğlu Ödülü (şiir 3.) 1998,

36.Ulusal 9. Uluslar arası Hacıbektaş öykü ödülü(2.)1999,

S.E.S (Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası) öykü ödülü Mühür kitabına (1.)2000,Avustralya SBS Radyosu düzenlediği şiir ve öykü yarışmasının Türkçe/öykü bölümünde (3.) 2004

Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması mansiyon ödülü(1.) 2006.

Naci GİRGİNSOY (KYÖD) öykü ödülü (2.) 2006

YAZARIN İKİ KISA ÖYKÜSÜ

TANRIYA KÜSMEK

Kısa boylu, esmer, yeşil gözlü, çenesinin ucunda uzamak için uğraş veren bir kaç tüy… Reşit, yaşamım boyunca tanıdığım en inatçı canlıdır. İnat dedimse öyle basit ayak diremeleri değil. İnatlaştığı an Tanrıyı da saymamıştır. Fakirlik ve cahillik de onun inadını kıramamıştır. Kendi felsefesini yaşamının sonuna dek uygulamıştır.

Güzün, ılık bir öğle sonu. Mahalle toz duman içerisinde. Yangın yok, deprem yok. Küfürler susmak bilmiyor, yalvarışlar sonuçsuz. Kadınlar umarsız izliyor Reşit’i. Gençler tarlada, harmanda. Kadınlardan biri seslendi çocuklara:

— Hurşit dedenizi sesleyin, koşun!

Çocuklardan biri haber vermek için koşarken topukları kıçına değiyordu. Reşit, kadın kız demiyor, duyulmadık, gün görmemiş küfürler, ediyordu. Duvarın üstünden boşluğa saldı atkıları; ha düştü ha düşecek. Kadınlar çığlık atıyor, umarları yok başkaca. Hurşit koşan çocuğun desteğiyle toplananların arasına katıldı. Kadınlar anlattılar: ‘Reşit kendi samanlık damını yıkıyor.’

Hurşit kızdı. Bastonunu uzattı Reşit’e doğru:

  • Yapma Reşit! Düşüp gebereceksin! Yıkma damı!

Reşit doğruldu damın üstünde.

Kızgınlıktan iki gözü birbirine girmişti. Kazmayı bir eline aldı, kasketini avluya fırlattı.

— Sen karışma Hurşit! Dam benim, can da benim, geberirsem aha kasketim! Sana kalır, kötü mü? Dedi kasketi göstererek.

Hurşit üstelemedi. Yıldaşı Reşit’i tanıyordu. Toplananlara döndü:

—Bırakın ne boku varsa yesin. Çekilin üzerinize taş-maş düşer, dedi.

Zaman ikindiye yaklaşıyordu. Hurşit ağır ağır caminin yolunu tuttu. Reşit hırsla yıktı samanlık damını. Kardeşinin oğlu Fahri samanı uzun ve yorucu bir yolla taşıdı. Mahalleli yardım etti Fahriye.

İkindi namazı bitti. Cemaat, kiliseden bozma camiyi boşalttı. Hurşit gitmedi evine. Avluya çıktı. İmam, Hurşit’i gördü. Belli ki bir sorunu vardı bu adamın. İmamlık az şey mi? Köyün ileri geleni, köylünün her şeyi. Her şeyden önce, tanrıyla köylü arasındaki ilk makam. Düşüncelerine ara verdi imam. Hurşit’e yaklaştı. Düşünceleri yüzünde dolaşıyordu.

—Hayırdır Hurşit, bir sıkıntın mı var? Dedi ellerini ovuşturarak.

Hurşit güvercinlere, gökyüzüne baktı. Başını hafifçe sağa sola oynattı.

— Ah imam efendi ah! Hangi sıkıntıyı söylesem, bilmem ki?

İmam bir elini Hurşit’in omzuna koydu. Keyiflenmişti.

—Hele anlat! Allah büyük, bir çaresi bulunur anlat sen.

“Allah büyük” Hurşit de bilincindeydi bunun. Fakat olayın çözümü “İmamda mı Allah’ta mı” bunu anlayamadı. Söylenmedi Hurşit bir zaman. Kiliseden çıkma taş direğe oturdular. Hurşit imama baktı.

— İmam efendi bu Reşit başımıza bela olacak.

— Ne yaptı melun!

—Öğleden sonra kendi samanlık damını yıktı. Fahri geçti diye.

İmam oturduğu yerden kalktı. Ellerini arkada birleştirdi. Ellerini çözdü, sakalını sıvazladı.

  • Yaa Hurşit, bu melunu da sürmeliydik köyden! Dedi.

Ellerini tekrar arkasına aldı. Hurşit seslenmedi, gözleri çayırda dolaştı. İmam iki adım sağa iki adım sola gidip geldi. Hurşit’in önünde durdu. Yıllardır çözemediği bir sorunu çözmüşçesine ışıldadı gözleri.

—Bu herif hem melun hem kâfir, şimdi buldum! Bu, Allah’ı da saymıyor, korkmuyor Allah’tan! Dedi.

Hurşit “İmam üşüttü, Reşit adını duyunca” diye düşündü.

Hurşit komşusunu, yıldaşını tanıyordu. İmam ağır suçlamalarda bulununca savunmaya geçti.

—Ne kâfiri, ne korkmaması imam efendi namazı niyazı bilir.

İmam’ın dişleri gözüktü, sakallarının üstünden, başını öne eğip kaldırdı hafif hafif.

— Onun niyazı eşek niyazı dedi.

Hurşit şaşkın. İmamın düşmanlığı neydi Reşit’e? İmam, Hurşit’in yanına oturdu.

—Hı hı, dedi. Nasıl namaz kılıyorsa duasız dutsuz, hı, nasıl namazsa!

Hurşit düşüncelerde. Güvercinler geçiyor içinden.

  • İmam efendi sen de bilirsin ki Reşit namaz kılar.

İmam tekrar kalktı. Tespihinin başını döndürdü.

— Hurşit dedi. Bu Reşit kardeşi Mecit’le küs değil mi?

— He Mecit’le küs.

— Eee bu adam hiç Mecit adını söyler mi?

—Yoo, söylemez, dedi Hurşit.

İmam başını hızlı hızlı salladı. Tespihini sıktı avucunda.

— Namazı duasız mı kılar? Dua etmez mi bu Reşit?

— Duasız kılmak olur mu, imam efendi?

— Eee hem Mecit demez; hem namaz kılar tövbe tövbe.

Hurşit güvercinlerin kanadındadır. Gagasındadır, düşmek üzeredir.

—İmam efendi Reşit’in namazıyla Mecit’in ne ilişkisi var?

İmam gülümsedi, “Bu Hurşit de cahil, imansız” diye düşündü.

—Hurşit Efendi, bilmez misin ki namazda Mecit vardır. Onsuz nasıl namaz kılıyor bu Reşit?

Hurşit bir imama bir minareye baktı. Anlamamıştı. Reşitle Mecit küs, bir arada olmamaları doğaldı, onun için.

İmam Hurşit’i kötü yakalamıştı. Bilgisizliğini yüzüne vuran, alaycı bir sesle;

—Hurşit, Hurşit hele biraz namaz kıl bulursun Mecit’i, dedi ve evinin yolunu tuttu.

Hurşit cami avlusundan ağır ağır çıktı. Düşünceleri karmakarışıktı. Güvercinlere kedi dadandı.

Yolda beş-altı defa namaz kıldı Hurşit. Mecit’i bulamadı. Mecit takılmadı diline, uzaklaştı düşüncelerinden. “Başlarım Mecit’e de Reşit’e de”, dedi içinden. Reşit çıkmadı düşüncelerinden. Her adımda gözlerini gördü; inatçı bir kartaldı Reşit. Acımasızdı, iki ay önce yaptıklarını düşündü “Çocukluğu da böyleydi. Ne istedin zavallı eşekten, kendi suçunu eşeğe yükledin.”

Hurşit eşeği kaçırdı, bastonu duvarları incitti. “Eşeğin ne suçu vardı?” haklıydı Hurşit. “Bir kavak kemirdi” diye Reşit eşeğe ne yapmıştı?

Eşeği yatırıp ayaklarını bağlamış sonra kerpetenle dişlerini çekmişti. Bir tek dişi kalmamıştı zavallının. Sonra sürmüş hayvanı kavaklığa “Hadi kemir, kemir hepsini” demişti.

Gaz lambası söndü. Hurşit’in gözleri tavanda. Düşüncelerinde Mecit’le Reşit saklambaç oynuyorlar. Yattığı yerde en az on rekât namaz kıldı, olacak gibi değil, karısına döndü:

— Akkadın, Akkadın gız bak bi.

Akkadın uykunun dibinde, baksa da göremez Hurşit’i. Hurşit çatlamak üzere, dayanamadı yeniden seslendi:

— Kız Akkadın, bak hele, dedi.

Akkadın o kadar itilip kakılmadan sonra ses verdi.

— Ne ulan! Torbaya mı girdi sabah? Dedi kızarak.

— Kız, bu Mecit nerde geçer?

—Herif adam yatıyordur evinde, nerden geçecek ki?

Hurşit kızdı sorusunu daha anlaşılır biçimde yineledi.

— Onu demiyorum kız, namaz da geçer?

—Namazda da geçmez buralardan, ya camide kılar ya tarlada kılar, dedi.

Hurşit ne yapsın? Reşit’e uzun uzun küfredip sustu. Hurşit sustu, Akkadın meraklandı.

—Herif ne olmuş ki Mecit’e? Dedi.

Hurşit yanıtlamadı Akkadın’ın sorusunu. Hurşit ve Akkadın sabahı zor ettiler. Reşit ve Mecit düşlerinde gezinip durdular.

Notasız horoz sesleri karıştı, imamın sesine. İmam sevmezdi horozları. Hurşit’in güncel sesi doldurdu odaları.

—Kalkın, kalkın öğlen oldu dedi ve avluya çıktı.

Kımıldayan olmadı, Hurşit söylenerek abdestini aldı, namaza durdu. Camiye yetişemezdi. Namazın sonunu getiremedi.

— Buldum, buldum Mecit varmış diyerek çıktı avludan. Akkadın baktı kaldı arkasından.

— Tövbe dedi, adam selam bile vermedi.

Cami avlusunda beş altı yaşlı insan vardı. Sabah namazlarına gelen azdı. Hurşit imama yaklaştı;

— Buldum imam efendi buldum, dedi.

İmam gözlerini ovuşturdu Hurşit’in sevincine bir anlam veremedi.

— Hayrola Hurşit, sabahın köründe neyi buldun?

Hurşit bulmuşluğun sevincini yaşıyordu, gururluydu, biliyordu.

— Mecit’i buldum, Mecit’i dedi.

Avluda bulunanlar da yaklaştı imama; şaşkındı bulunanlara baktı sıradan.

— Fe sübhanallah, Mecit kayıp mıydı Hurşit? Dedi.

Gülümsedi Hurşit. Onlarca kağnı yolu belirdi yüzünde.

—Yo imam efendi, o Mecit değil namazdaki Mecit’i buldum dedi.

Bulunanlar imama, imam onlara baktı. Hurşit minareye baktı. İmam anlamamıştı.

— Mecit namaza gelmedi dedi.

Hurşit imamın unutmuş olabileceğini anımsadı.

—İmam efendi hani Reşit, Mecit’e küs, Mecit demiyor ya!

Hurşit konuşmasını tamamlayamadı. İmam ağzından aldı sözü.

  • İyi de Hurşit namazımızla ne ilgisi var bunun? Dedi.

Hurşit bir camiye bir imama baktı, konuşmadı bir süre.

Düşünceleri değişti, “Koskoca imam bilmiyor muydu, Mecit’in hangi duada geçtiğini? Mahmut’un söyledikleri doğru muydu? Kandırıyor, oyalıyor muydu imam köylüyü?” Altndiş nokta koydu Hurşit’in düşüncelerine.

— Hurşit, Mustafa ağa, nedir çözemediğiniz?

Hurşit imama baktı, anlattı Mecit ile Reşit’in küskünlüğünü. Reşit’in Mecit- demediğini; bulunanlar şaştı, imam da. Hurşit olayı çözümlemenin mutluluğuyla:

— Ya böyle işte dedi.

İmamın yüzü değişti, ellerini önünde birleştirdi.

— Olmaz ki ümmeti Müslüman! Olmaz ki böyle, dedi.

Bulunanlar anlamadılar. İmam bakışların odağı oldu, saf köylüyü yakalamışlığın bilinci içerisinde devam etti.

— Hâşâ Allah’a kahretmek ve inkâr etmektir duayı bilerek eksik okumak.

Bulunanlar imamı destekledi.

—Ya öyle.

— Haklısın hocam.

— Olmaz ki!

— Allah Allah.

İmam tespihini cebinden çıkardı, küçük adımlarla yürümeye başladı. Bulunanlarda yürüdü, yemlenen güvercinler gibi, bir sağa bir sola yürüdüler. Başını salladı imam, bulunanlar “Allah Allah” çektiler. İmam durdu, bulunanlar çivilendi oldukları yere, imam bulunanlara:

— Tez çağırın Reşit’i, gelsin! Dedi.

Heyecanlandı bulunanlar, Hurşit avlu duvarına doğru yürüdü. Öküzleri suya götüren Kadir’i gördü, seslendi.

—Kadir, Kadir koş Reşit emmini çağır, imam acele bekliyor de!

Hurşit emmi babam bekliyor, dedi Kadir.

— Yürü ulan imam çağırıyor, ben değil!

Hurşit’in sesinden önemli bir olayın varlığı hissediliyordu. Kadir geriye doğru dönüp koştu “İmam çağırıyordu, imam köyün her şeyi. İmam Allaha en yakın adam. Kısmet kesilir bereket biterdi.” Koştu Kadir, düşüncelerini yere düşürmeden. Reşit öküzleri koşmak üzereydi. Kadir nefes nefese girdi avluya.

— Reşit emmi, Reşit emmi imam çağırıyor.

—Ne var oğlum ne oldu, kurt mu kovaladın? Nefeslen az, dedi, sakin ve soğukkanlı. Kadir devam etti konuşmasına.

— Reşit emmi, imam acele seni bekliyor hemen gideceksin.

Reşit sağ elinin tersini diğer elinin ayasına vurdu.

— Tövbe, ulan sanki reisicumhur, bizim malları ehlibeyt mi doyuracak! Dedi.

Öküzleri bıraktı avluya, kasketini taktı başına, yürüdü. Kadir önde Reşit arkada yürüdüler, cami avlusunun duvarına kadar söylendi Reşit. Kadir Hurşit’i gördü.

—Aha geldi Hurşit emmi, dedi ve öküzlerinin yanına gitti.

Reşit avluya çıktı, hızlı adımlarla yaklaştı bulunanlara.

İmam başını salladı, gözünü kısıp.

— Gel bakalım Reşit Bey, gel hele, dedi başını sallamaya devam ederek.

Reşit iki adım daha yaklaştı, ellerini belinde birleştirdi. Kasketini tutup hafifçe oynattı yerinden.

— Hayrola Mustafa Efendi sabah sabah, dedi.

İmam bozuldu her zaman olduğu gibi. Köyde imama adıyla seslenen tek kişiydi Reşit. İmam uzatmadı konuyu.

— Reşit bey duydum ki kardeşin Mecit ile küsmüşsün.

— He küsüm, dedi Reşit kısaca. İmam devam etti:

— Ve adını hiç söylemez, diline almazmışsın öyle mi?

— He öyle, dedi Reşit.

— Sen namaz ‘da kılarsın.

— Hee kılarım.

— Kılarsın yaa kılarsın.

— Peki, salâvat dualarını da okur musun?

Reşit ellerini belinden çekti, kasketini düzeltti, ellerini arkasında birleştirdi.

— He okurum.

İmam bulunanlara baktı. Bulunanlar imama, Reşit’e baktılar. İmam Reşit’e yaklaştı. İki sakal boyunda durdu, dişleri birbirine değdi imamın.

—Reşit bey salâvat duasını sesli oku da, biz de bilelim nasıl okunduğunu, dedi.

Reşit kasketini eline aldı, sağa sola büktü başını.

Duayı bulunanların işiteceği bir sesle okumaya başladı. Bulunanlarda Reşit okudukça başlarıyla doğruladılar. Reşit duanın sonuna yaklaştı. Bulunanlar “Ne güzel okuyor, şimdi ‘hamüdün Mecit, âmin’ diyerek bitirecek” diye düşünürken Reşit’in sesi yükseldi.

—İnnake Hamüdün Reşit, Âmin! Dedi ve sertçe başını indirip kaldırdı.

Bulunanlar gülmeye başladı. İmam gökyüzüne ellerini açtı.

—Hâşâ hâşâ! Ey Müslümanlar, şu adama bakın. Allah’a karşı geliyor, kelamını değiştiriyor; seni astıracağım Reşit!

Reşit kasketini taktı, bir iki adım yürüdü, geriye döndü, kıstı gözlerini başını kaldırdı;

— Efendi, efendi, Allah onun öyle bir kul olacağını bilse Reşit diye kelam ederdi Muhammed’e, dedi ve ekledi;

  • Sen benim duamla uğraşma da güvercinlerini yemle.

İmam, bulunanlarla konuşmadan hızlı adımlarla ayrıldı avludan.

Gün batmadan olay köyde duyuldu. Reşit’e kimse çok görmedi yaptıklarını. Camiye gelenlerden birçoğu namazı kılmadan gidiyordu. Avluda Reşit’in soyundan birilerini görmeleri yeterliydi. Namaz kılmaya kalanlar salâvat dualarında gülüyor, namazı bozuyorlardı.

İmam Mustafa bir ay dayanabildi. Köyden göç ederken vedalaşmadı kimseyle.

— Hâşâ hâşâ, diyerek göçüp gitti köyden…

HAVVA

Ona neden “deli” derlerdi. Henüz anlamış değilim. Kasabadaki birçok akıllıdan daha akıllıydı. Yaz kış sokakları çıplak ayakla dolaşır, su, ekmek ya da giyecek isterdi insanlardan. Kaplumbağadan biraz hızlı yürüyüşüyle, duvar diplerinden ilerler ve her gördüğü insanla selamlaşır, konuşurdu. Onun belirgin bir özelliği de büyük, küçük herkesi tanımasıydı. İsterse yıllarca görmediği biri olsun, yüzüne bakar kim olduğunu söylerdi. Yabancı ise ağır bir ses tonuyla, gülümseyerek:

—Yoo, derdi, sen elsin.

Kimselere zararı dokunmaz, canlıları incitmezdi. Kasabanın demirbaşı olan bu kadına yediden yetmişe “Havva” derdik. Birisi onu anlatacak olursa “Deli Havva” diyerek söz eder, fakat çocukların dışında Havva’nın yüzüne kimse ‘deli’ demezdi. Onun için söylenen bir tekerleme vardı:

“Bahçelerde ham armut Havva’yı … en cin Mahmut”

Bu tekerlemeyi duyduğum an, insanların zavallılığını düşünür, onlara kızardım. Havva gibi birisine kim ne hakla dokunabilirdi? Kızdırıp vurmaya kalkışmadıkça ağlamaz, ağlasa da çabucak unutuverirdi. Yüz kilodan fazla çeken ağırlığını kocaman nasırlı ayakları her gün başka yerlere taşırdı. Akşamüstü duvar diplerinden ağır ağır evine yürürdü. Evinin yerini kasabalı olmamıza karşın öğrenememiştim. “Deli Fikri’nin kızı” derlerdi, Havva için. Deli demelerinin nedeni belki de babasından kaynaklanıyordu.

Benim için hiçbir zaman deli değildi Havva. Yüzündeki gülümseme bana özgürlüğü anımsatırdı. Pembeleşen yanaklarını rüzgâra karşı koyan dağ güllerine benzetirdim. O, yaşamın peşinden değil, yaşam onun peşinden sürüklenirdi “Havva beni yaşa” diye.

Havva’yı birkaç gün göremezlerse herkes birbirine merakla sorardı:

— Deli Havva yok ortalıkta, nerede acaba?

—Aman, ona baba değmez, nerede olacak, sürtüyordur.

İnsanlar onu önemsemez görünse de onsuz yapamazlardı. Kim bilir, belki de onu görüp hallerine şükür ediyorlardı. Yere para bırakıp “bu senin olacak alabilirsen” diyerek onun dakikalar süren uğraşını zevkle izleyen gençler ne kadar akıllıydı! Onca uğraşına karşın parayı alamaz ağlardı…

Oysa Havva onların tanıdığı et yığınından oluşan bir insanın ötesindeydi. Aç bir sokak kedisine evine götürmek üzere topladığı yiyecekleri verecek kadar insandı. Üşüyen bir köpek yavrusunu entarisinin bir parçasını yırtıp saracak kadar insandı.

Mahallemize gelmeyeli birkaç gün olmuştu, sokağın başında göründüğünde, koşarak annemi müjdeledim.

—Anne, anne Havva geliyor, dedim.

Annem o gün ne işle uğraşıyordu, anımsamıyorum, işi bırakmadan beni yanıtladı, sevincimi paylaştı. Gülümseyerek:

— Hadi oğlum, git bir şeyler hazırla, acıkmıştır, dedi.

Koşarak mutfağa girdim, kavun, peynir ve ekmek alıp avluya çıktım. Elimdeki yiyecekleri bir kenara bırakıp sokağa, Havva’yı gözetlemeye koyuldum. Havva’yı göremeyince merak ettim. Kimin evinde olabilirdi? Hacı amcalarda, Efendi amcalarda ya da Tanko’da olabilirdi. Gözüm evlerin kapılarında, nereden çıkacağını beklemeye başladım. Havva çok geçmeden iki ev yukarımızdan Fevkıya Hala’nın evinden çıktı. Koşarak önüne geçtim. İki kolumu kaldırarak yolunu kestim. Yüzünde özgürlük dolu gülümsemesini görüp ben de gülümsedim ve sordum:

— Havva, ben kimim?

  • Sen, Latife aplamın oğlu Özgür’sün.

Nasıl unutmamıştı, her defasında biliyordu.

— Peki, o zaman babam kim?

— Kadir.

Babamı da bilmişti. Kimi sorarsam biliyordu. Kasabada bilmediği, tanımadığı kimse yoktu. Daha zor sormalıydım. Havva bildikçe ben seviniyordum.

—O zaman Latife kimin kızı? Hadi bil de göreyim.

O eşsiz gülümsemesi yeniden belirdi yüzünde.

— Latife apla, dokdor emmimin kızı, dedi.

Bir daha sormadım, önünden çekildim. Avlumuza gülümseyerek girip, annemi gördü. Duvar dibine yaklaşıp seslendi.

— Latife apla kolay gelsin.

Annem bu sıcak, samimi insana sevecenlikle karşılık verdi.

— Sağ ol Havva. Nerelerdesin kaç gündür?

Havva annemi yanıtlamadı, gülümsemekle yetindi. Annem de ona Havva diyordu, ama hangisi büyüktü bilmiyorum? Annem Havva’ya sediri gösterdi.

— Havva, dedi, geç otur.

Havva ağır adımlarla sedire yaklaştı ve oturdu. İçimden O’na sorular sormak geliyordu, soramıyordum. Belki de tanıdığım gibi kalmasını istiyordum. Utanarak yemeye başladı, kavundan, peynirden. Gülümsemesi her lokmada şekilleniyor, utancıyla karışıp yüzünü renklendiriyordu. Annem de yanına oturup birkaç lokma yedi. Ben Havva’yı incelemeyi sürdürdüm.

Kocaman ayakları nasırlı ve çatlaktı. Toprakla temas eden kısımlar çatlaklarla doluydu. Yer yer bir kalem ucunun sığabileceği genişlikte, yer yer inceydi. Elleri de kalın ve kocamandı. Bir yufkayı dürüp eline aldığı zaman, dürüm elinde kayboluyordu. Hırkasının cepleri dolu ve sarkıktı. Ayak bileklerinin üzerinden başlayan entarisi yamalarla doluydu.

Geniş bir yüz, gülen iki göz ve ağlamadığı sürece kapanmayan ağzı, dağınık, kısa saçları vardı. Çirkin veya güzel benzetmesi yapamıyordum, böyle bir ayrıma gereksinme duymuyordum. Son lokmasını yuttuktan sonra kendisini incelediğimi gördü ve başını iki yana salladı. Utandım, gözlerimi boşluğa çevirdim.

Kalkmak üzereydi ağlamaklı bir sesle:

—Latife apla dedi. Bak bu entari iyice eskidi, varsa seninkini bana ver.

Havva’nın bu isteğini annem geri çevirmedi. Eski olmayan fakat giyilmiş bir entari verdi.

Havva sevinçle entariyi kucağına yerleştirip kalktı.

— Havva, dedi annem. Sakın kimseye verme, olur mu?

— Vermem apla, vermem, dedi.

Elinde yaralı bir kuş taşır gibi çıkıp gitti avlumuzdan ve sokağımızdan.

O gün son görmüşüm oldu Havva’yı.

                                                                                            (Ahmet Palta ve Havva)

Yıllar sonra Havva’dan haber geldi. Uzak bir kentte “kimin kim” olduğunu bilmeden, yeni entariler içinde ölmüştü. Üzüldüm, bir daha soramayacaktım Havva’ya “ben kimim?” diye.

Neden Sanal Bir Köy Odası..?

Degerli dostlarımız, bildiklerimiz-bilmediklerimiz, tanıdıklarımız-tanımadıklarımız, uzaktaki yakınlarımız!

Sevgili Çepnililer!
İçimizden biri, 29 Temmuz 2010’da kasabamız belediyesinin lokalinde sohbet ederken şöyle demişti, ‘‘Benim bu köye borcum var ”.
Hiç unutmuyorum bu sözü…
Bu bir hesaplaşma mıydı, itiraf mıydı, öz eleştiri miydi…? Neydi…? Düşünüyorum da bana göre bu saydıklarımın hepsiydi…
Ama yalnız onun mu bu köye borcu vardı?
Benim, senin, yanımızdakilerin, karşımızdakilerin, arkamızdakilerin, gördüklerimizin – görmediklerimizin, bildiklerimizin, bilmediklerimizin hiç mi borcu yoktu?
Elbette vardı… O köyde doğmuş olsun doğmamış olsun; o toprakların tepesinde taşıdığı,  o yörenin havasını soluyan, suyunu içen herkesin, o köye ödenecek bir borcu vardır elbette…
Fakat bu öyle bir borç ki, miktarı belli değil, vadesi belli değil, ödeme süresi belli değil…
Doğrusu odur ki bizler de o içimizden birinin dediği gibi, ”Köyümüze borcumuz var” dedik ve uzaktakileri yakın kılmanın en güzel aracı olan sanal dünya içinde bu borcumuzu karınca kararınca ödeyelim dedik…
Ve şu an okuduğunuz küçük mü küçük olan internet sitemizi hazırlamaya başladık…
Bu bir çocuğun doğumu gibi; yarın emeklemeye başlayacak, sonra yürümesini öğrenecek ve ilerde koşacak…

Bu site bir köy odası gibi olacak…
İsteyenin sessiz, isteyenin sesli düşünebildiği; anlatım özgürlüğü hakkının kısıtlanmadığı; söylenmesi gereken sözün çekinmeden ve duraksamadan dile getirilebildiği bir köy odası…
Ancak, karşılıklı anlayış ve hoşgörünün beklendiği, düzeyli, saygı ve sevgi ile bezenmiş her türlü öneri, tartışma ve eleştirinin cesurca yapılabildiği; iyiliklerin ve güzelliklerin Mevlâna sevdasıyla ve Yunus diliyle paylaşıldığı, Anadolu kültüründen kalıcı izler taşıyan bir köy odası…
Bu site, aydınlık da benim karanlık da; sabah da benim aksam da; ay da benim güneş de diyenlerin değil; bunların hepsi de BİZİM diyenlerin yani paylaşmayı sevenlerin köy odası olacak…

Evet sevgili Çepnililer!
Bu ODA, ” Benim bu köye borcum var” diyenlerin köy odası olacak…
Bu anlamda, özveri, kararlılık, hizmet özlemi ve istençle, biz ilk adimi atıyoruz…
Amacımız “BİZ” olarak başlayıp, “HEPİMİZ” olabilmeyi başarmaktır…

ODAMIZA HOŞ GELDİNİZ DEMİYORUZ; HOŞ GELDİK ve HOŞ BULDUK DİYORUZ…!

https://youtu.be/7lau2N_DWGg

ÇEPNİLİ OLMAK ve ÇEPNİ FOTOĞRAF SERGİSİ

ÇEPNİLİ OLMAK ve ÇEPNİ FOTOĞRAF SERGİSİ

Bilmiyorum ama, böyle bir başlık göze ve kulağa hoş gelmez sanırım.
Ne demek ”Çepnili olmak”? Sanki biraz havalanma, ayrıcalıklı olma, kendini beğenme gibi bir çağrışım yapıyor… Belki bunun tam tersi de anlaşılır; bir yere bağlılık ve getirdiği yükümlülükler…

“Arkadaş! Dikkat et! Bireysel kimliğin yanısıra, mensubu olduğun bir sosyal yapının da mensubusun, eylem ve söylemlerin de bunada dikkat etmelisin”, demek gibi de anlayabiliriz. Sanırım, “Çepnili olmak” derken böyle anlamak gerekir.
Biz böyle anlıyoruz. Biz, “kimiz biz?” derken şairin (Ahmet Kutsi Tecer) dediği gibi,

Orda bir köy var, uzakta
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür.

Diyenleriz, biz…

İşte burada, bu duygu ve sorumlulukla yapılan eylemlerden birini sunmak istiyoruz. Bu eylem çok önemli bizler için, çünkü, Çepni tarihinde bir ilk. Kayda geçiyoruz ki herkes, gelecek kuşaklar da haberdar olsun ve buna devam etsin.

Bu “ilk”imiz, şubat 2011 tarihinde yaptığımız “Çepni Fotoğraf Sergisi”dir.
Bu serginin oluşum süreci ve sergiden görüntüleri beğeninize sunuyoruz.

Protokol

WUPPERTAL Belediyesi ve Çepni Belediyesi Arasında İşbirliği Toplantısı

Yer : Wuppertal Elberfeld Belediyesi
Tarih :10.02.2010, (16.00)

Katılanlar : Dr. Stefan Kühn, Vali yardımcısı,
Hurşit İmren, Çepni Belediyesi Başkanı.
Thomas Kring, SPD Nordstadt bşk. W’tal Belediye Meclisi Üyesi.
Arif İzgi, W’tal Belediye Meclisi Üyesi, Yabancılar Komisyonu Başkanı.
Yakup Özdemir
Emsalettin Temel

Yapılan toplantıda aşagıdaki konular tartışılmıştır:

1- Çepni Belediyesi ile Wuppertal Belediyesi arasında ”Kardeş Belediye” ilişkisi.
2- Belediyeler olarak, birlikte çalışma olanakları.
………………………………..

1. Ç.B. Bşk. Hurşit İmren kasabanın tarihi, sosyal ve ekonomik yapısı hakkında bilgi vererek, nüfusun önemli bir bölümünün Wuppertal’de yaşadığını ifade etti. Birinci kuşağın bile emekliye ayrılmasına rağmen kesin dönüş yapmayıp, iki yerde de yaşamını devam ettirdiğini, bu insanların Wuppertal’ın sosyal ve ekonomik durumuna azımsanmayacak katkılarının olduğunun altını da çizerek, uzun yıllara dayanan bu insan ilişkilerinin artık Belediyeler, kurumlar seviyesin de yürütülmesini talep ettiklerini söyledi. Wuppertal’de senelerdir yürütülen sosyal ilşkilerin, Çepni Kasabasının burada bıraktığı, oluşturduğu olumlu intibanın kurumsallaştırılmasının iki toplumu daha da birbirine yaklaştıracağını, bunun da birlikte yaşamaya, paylaşmaya önemli katkısının olacağını söyledi.
2. Dr. Stefan Kühn, ilk defa Çepni Kasabası Belediye Başkanını Wuppertal’de ağırlamaktan memnun olduğunu belirtti. Burada ki Çepnili’lerle ve GHV ile yıllardır ortak çalışmalar yapıldığını, bundan da memnun olduklarını, bu ilişkilerin daha da ileriye götürülmesini kendilerinin de istediğini söyledi.
”Kardeş Belediye” konusunda ise, Wuppertal Belediyesinin içinde bulunduğu ekonomik konum, ayrıca, kardeş belediye olma kriterleri açısından (nüfus v.s.) günümüzde bunun mümkün olmasının zor olduğunu, fakat başlangıç da kasaba ile Nordstadt arasında bu işbirliğinin başlatılabileceğini söyledi. Bu şekilde başlatılacak ve geliştirilecek işbirliğinin gelecekte dahada ileri safhalara taşınabileceği olasılığının altını çizdi.
3. Taraflar, yaptıkları değerlendirmeler de bu kapsamda başlamanın, ilk planda ileri projelere alt yapı sağlayacağı konusun da birleştiler.

Bu çerçeve de aşağıdaki faaliyet ve çalışmalar yapılacak.

a) Çepni’nin tanıtımı: Kasaba hakkında, sosyal yapısı, ekonomik yapısı, kültürel yapısı ve tarihi konusunda, fotograf, film, gibi sergi ve gösterim çalışması hazırlanarak, W’tal Belediyesi binasında geniş bir tanıtım aksiyonu yapılacaktır.

b) W’tal’de yaşayan Çepnili ve Alman gençlerinden oluşturulacak ”gençler grubu” da Kasabaya gönderilecek (veya davet edilecek), böylece de genç nesillerin oraları tanıması, burada da tanıtması sağlanacak.

c) Nortstadt’ın internet sayfasında da Çepni ile ilgili bir başlık açılarak, internet üzerinden Almanca olarak, Çepni’nin ve oradaki, buradaki Çepnilerin tanıtımı yapılacaktır.
Bu çalışma en kısa zamanda başlatılacaktır ( Thomas Kring ile berabaer).

Yapılan görüşmede, katılımcıların katkı ve düşünceleri ile mutabık kalınan bu çalışmaların Wuppertal Belediyesinde ki resmi tarafı Stefan Kühn, Thomas Kring ve Arif İzgi kanalı ile yürütülecektir. Karşı taraf muhatabı ise, Çepni Belediyesi adına Dernek (GHV / ÇÇYD) olacaktır.

Yapılacaklar, planlanan işler karşılıklı diyalog içinde yürütülecek.

Yapılan toplantı çok olumlu geçmiş ve taraflar bu ziyaretten oldukca memnun kaldıklarını ifade etmişlerdir.
E.Temel

…………………………..

SERGİ AÇILIŞINDAN GÖRÜNTÜLER

E.Temel, Metim Gür, İsmayil Çoban, Arif İzgi

GELENEKSEL KIYAFETLERİYLE ÇEPNİ’NİN KADINLARI_______________________________


….Çepni’nin düğünlerinin baş yemeği MANTI. Fakat nedendir bilinmez, herkesin kuşağına kaşığını sokupta düğün evine mantı yemeye geldiği günler nostalji oldu. Artık mantı özel günlerin yemeği…
Çepni’nin vefakar ve cefakar kadınları o gün: ”Hem köyümüzü tanıtacağız, hem de mantımızı tattıracağız” dediler.

Önce derneğimizde hep beraber hazırladılar; hemde etli…

Alman’lar ilk defa mantı ile tanıştılar, doyuncaya kadar yediler ve arkasına Çepni havaları, folklör…

KONFERANS: ÇEPNİ TARİHİ ve ETNOLOJİK YAPISI……….. SERKAN DEMİRAL

TEŞEKKÜRLER BERKAN ÇELİK….Fotoğraf sergimizin açılş menüsünü bizleri gururlandıracak şekilde hazırladığı için BERKAN kardeşimize de özellikle teşekkür ediyoruz…

ÇEPNİ FOTOĞRAF SERGİSİNDE EMEĞİ GEÇEN HERKESE, ÖZELLİKLE BİZE SANAT VAKFINDA ÇALIŞMA OLANAĞI TANIYAN VE YARDIMLARINI ESİRGEMEYEN DEĞERLİ RESSAMIMIZ SAYIN İSMAYİL ÇOBAN’A TEŞEKKÜR EDİYORUZ.
Emsalettin Temel, Mustafa Mermertaş, Hamide Ural