Kategori arşivi: Roman – Hikaye, Erhan Pınarbaşı

Roman…CESET FOTOĞRAFÇISI / ERHAN PINARBAŞI

ERHAN PINARBAŞI

Erhan Pınarbaşı Çepni Kasabası’nda dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini kasabada tamamlayan yazar, 1979 yılında başladığı askeri okuldan 1983 yılında Foto-Film uzmanı olarak mezun oldu, öğrenimine Sosyal Bilimler Ve İktisat Fakülteleri’nde devam etti. 2006 yılına kadar Foto-Film Uzmanı olarak görev yaptı.

Yazın yaşamına şiirle başladı. Damar dergisinde yayımlanan öyküsünün ardından, Evrensel Kültür, Edebiyat ve Eleştiri, Yaba, Kıyı, Kül gibi dergilerde öyküleri yayımlandı.

Erhan Pınarbaşı’nın öyküleri bir solukta okunacak sürükleyici öyküler. Öykülerindeki zengin anlatım tekniği ustalığını ortaya koyuyor. On üç öyküden oluşan Mühür’de kısa öykü örnekleri yalın bir dille çıkıyor karşımıza. Durum öyküsünden olay öyküsüne, kurgudan gerçek yaşama uzanan şaşırtıcı metinler, kimi zaman bir savaşa kimi zaman kendi iç dünyasına götürüyor okuru. Pınarbaşı, toplumsal olayları bireyden yola çıkarak göz önüne seriyor. Mühür’deki öykülerden bir bölümü çeşitli edebiyat ödülleri alırken kitap olarak S.E.S birincilik ödülüne değer görülmüş.

Vedat AKDAMAR (Artshop Yayınevi)

Bugüne dek yazdıkları Erhan Pınarbaşı’nın polisiye türe ilgisine dair hiçbir ipucu vermese bile, Ceset Fotoğrafçısı’nı gazete ilanlarında gördüğümde, romanın polisiye türde olduğunu düşünmüştüm. Yanılmışım. Evet; katiller, cesetler, faili meçhuller, kaçakçılar, suç ve ceza, ‘at izinin it izine karıştığı’ bir şehir, kısacası polisiyenin alanına girecek ne varsa eksik değildi bu hikâyede. Ama muamması, gizemi, oyunu yoktu; Türkiye Cumhuriyeti’nin kriminalleşen otuz yılını, kriminal bir savaşı, o savaşın tarihinden kısa bir dönemi anlatıyordu Pınarbaşı.

Anneme… Oğlumun annesine… Evlatlarını yitirmiş annelere…” adanmış bir romanın hikâyesini -hele ki son otuz yıla tanık etmişseniz eğer- merak etmeyebilir, savaş bütün acılarıyla hâlâ sürüp giderken, 80’li 90’lı yılların acılarını tazelemek istemeyebilirsiniz. Oysa Ceset Fotoğrafçısı adı kadar ürkütücü değil. Savaşın o coğrafyaya sabitlediği şiddet atmosferi hissediliyor elbette ama aşkı, sevgiyi, dostluğu ve gelecek umudunu barindıran bir hayatı da anlatıyor Pınarbaşı; Batıdan görünenden farklı bir Hakkâri’yi…

Ömer Türkeş (Radikal Gazetesi)

Erhan Pınarbaşı, “Sevdalı Irmaklar Munzur ile Pülümür” adlı mitolojik romanı ile Munzur ve Pülümür’ün aşkını bize anlatmış. Kitap, Yurt Kitap-Yayın tarafından ‘Tarihi Romanlar’ dizisi adı altında yayımladı. Yazar bizleri coğrafyanın geçmişine doğru mistik bir yolculuğa çıkarıyor. Farklı hikayeler anlatılagelmiştir Dersim coğrafyası hakkında. Bu hikayeler çıktıkları sınırları aşmış çoğu zaman… Pınarbaşı, farklı sayılabilecek bir hikaye ile karşımıza çıkıyor. Munzur ile Pülümür’ün aşkını bizlere anlatmış. Bu aşkın önüne çıkan engellere karşın akışını hâlâ sürdürüyor iki ırmak. Tabii ki şu lanet baraj illeti ortadan kaldırılırsa… Sevdalı Seyit’in Asmesi’ne kavuşması hikayesini anlatır yazar. Seyit bu mücadelesi içinde, Munzur ile Pülümür’ün sevdasını öğrenir. Su olup akan ve sonra birleşen sevdalı iki ırmak. Seyit’in sevdasına, Asmesi’ne kavuşmasına Munzur ve Pülümür suları tanıklık etmiştir. Kavuşamayan iki sevda iki sevdalıyı kavuşturarak, sevda karşısında duran töreyi sularında alıp götürmüştür. 

Şerif Karataş (EVRENSEL)

‘Aynadaki Kadın’, Erhan Pınarbaşı’nın on dört öyküsünü bir araya getiriyor. Tüm öykülerin ortak özelliği olarak da, gündelik hayatın hengâmesinde çoğu zaman görmezden gelinen ayrıntılar olduğu söylenebilir. Bu ayrıntılar, öykü kahramanlarının veya anlatıcının iç dünyasını açığa çıkaran özellikleriyle yer alıyor. Öykülerin diğer bir özelliğiyse, kahramanları üzerinden bir Türkiye profili yaratmasıdır denebilir. Çünkü yukarıda bahsettiğimiz ayrıntılar, metinlerin çoğul kahramanları için de geçerli. Daha önce birçok ödül kazanmış ve şiir kitapları yayınlanmış Pınarbaşı’nın bu kitaptaki öyküleri, Türkiye’nin yetenekli bir genç kalemin metinleri olarak düşünülebilir.

RADİKAL

KİTAPLARI:

Ellerinde Kan Vardı 1995 Eko Yayınları

Çukura Sığmayan Adam (1998) Kendi Yayınları

Kar üşüdü (1997) Ulusal yayınları

Mühür (2000) Kültür Bakanlığı Yayınları

Sevdalı Irmaklar- (Munzur ile Pülümür) (2004)Yurt kitap-yayın

Külden Künyeler 2006 Artshop Yayınları

Senden Sonra Hiç Ağlamadım 2006 Artshop Yayınları

Aynadaki Kadın 2006 Yirmi dört Yayınları

Kar ve Kan (ceset fotoğrafçısı) 2008 Alkış Yayınları

Aldığı Ödüller:

35.Ulusal 9. Uluslar arası Hacıbektaş öykü ödülü(2.)1998,

Mülkiyeliler Birliği Vakfı Şinasi Özdenoğlu Ödülü (şiir 3.) 1998,

36.Ulusal 9. Uluslar arası Hacıbektaş öykü ödülü(2.)1999,

S.E.S (Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası) öykü ödülü Mühür kitabına (1.)2000,Avustralya SBS Radyosu düzenlediği şiir ve öykü yarışmasının Türkçe/öykü bölümünde (3.) 2004

Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması mansiyon ödülü(1.) 2006.

Naci GİRGİNSOY (KYÖD) öykü ödülü (2.) 2006

YAZARIN İKİ KISA ÖYKÜSÜ

TANRIYA KÜSMEK

Kısa boylu, esmer, yeşil gözlü, çenesinin ucunda uzamak için uğraş veren bir kaç tüy… Reşit, yaşamım boyunca tanıdığım en inatçı canlıdır. İnat dedimse öyle basit ayak diremeleri değil. İnatlaştığı an Tanrıyı da saymamıştır. Fakirlik ve cahillik de onun inadını kıramamıştır. Kendi felsefesini yaşamının sonuna dek uygulamıştır.

Güzün, ılık bir öğle sonu. Mahalle toz duman içerisinde. Yangın yok, deprem yok. Küfürler susmak bilmiyor, yalvarışlar sonuçsuz. Kadınlar umarsız izliyor Reşit’i. Gençler tarlada, harmanda. Kadınlardan biri seslendi çocuklara:

— Hurşit dedenizi sesleyin, koşun!

Çocuklardan biri haber vermek için koşarken topukları kıçına değiyordu. Reşit, kadın kız demiyor, duyulmadık, gün görmemiş küfürler, ediyordu. Duvarın üstünden boşluğa saldı atkıları; ha düştü ha düşecek. Kadınlar çığlık atıyor, umarları yok başkaca. Hurşit koşan çocuğun desteğiyle toplananların arasına katıldı. Kadınlar anlattılar: ‘Reşit kendi samanlık damını yıkıyor.’

Hurşit kızdı. Bastonunu uzattı Reşit’e doğru:

  • Yapma Reşit! Düşüp gebereceksin! Yıkma damı!

Reşit doğruldu damın üstünde.

Kızgınlıktan iki gözü birbirine girmişti. Kazmayı bir eline aldı, kasketini avluya fırlattı.

— Sen karışma Hurşit! Dam benim, can da benim, geberirsem aha kasketim! Sana kalır, kötü mü? Dedi kasketi göstererek.

Hurşit üstelemedi. Yıldaşı Reşit’i tanıyordu. Toplananlara döndü:

—Bırakın ne boku varsa yesin. Çekilin üzerinize taş-maş düşer, dedi.

Zaman ikindiye yaklaşıyordu. Hurşit ağır ağır caminin yolunu tuttu. Reşit hırsla yıktı samanlık damını. Kardeşinin oğlu Fahri samanı uzun ve yorucu bir yolla taşıdı. Mahalleli yardım etti Fahriye.

İkindi namazı bitti. Cemaat, kiliseden bozma camiyi boşalttı. Hurşit gitmedi evine. Avluya çıktı. İmam, Hurşit’i gördü. Belli ki bir sorunu vardı bu adamın. İmamlık az şey mi? Köyün ileri geleni, köylünün her şeyi. Her şeyden önce, tanrıyla köylü arasındaki ilk makam. Düşüncelerine ara verdi imam. Hurşit’e yaklaştı. Düşünceleri yüzünde dolaşıyordu.

—Hayırdır Hurşit, bir sıkıntın mı var? Dedi ellerini ovuşturarak.

Hurşit güvercinlere, gökyüzüne baktı. Başını hafifçe sağa sola oynattı.

— Ah imam efendi ah! Hangi sıkıntıyı söylesem, bilmem ki?

İmam bir elini Hurşit’in omzuna koydu. Keyiflenmişti.

—Hele anlat! Allah büyük, bir çaresi bulunur anlat sen.

“Allah büyük” Hurşit de bilincindeydi bunun. Fakat olayın çözümü “İmamda mı Allah’ta mı” bunu anlayamadı. Söylenmedi Hurşit bir zaman. Kiliseden çıkma taş direğe oturdular. Hurşit imama baktı.

— İmam efendi bu Reşit başımıza bela olacak.

— Ne yaptı melun!

—Öğleden sonra kendi samanlık damını yıktı. Fahri geçti diye.

İmam oturduğu yerden kalktı. Ellerini arkada birleştirdi. Ellerini çözdü, sakalını sıvazladı.

  • Yaa Hurşit, bu melunu da sürmeliydik köyden! Dedi.

Ellerini tekrar arkasına aldı. Hurşit seslenmedi, gözleri çayırda dolaştı. İmam iki adım sağa iki adım sola gidip geldi. Hurşit’in önünde durdu. Yıllardır çözemediği bir sorunu çözmüşçesine ışıldadı gözleri.

—Bu herif hem melun hem kâfir, şimdi buldum! Bu, Allah’ı da saymıyor, korkmuyor Allah’tan! Dedi.

Hurşit “İmam üşüttü, Reşit adını duyunca” diye düşündü.

Hurşit komşusunu, yıldaşını tanıyordu. İmam ağır suçlamalarda bulununca savunmaya geçti.

—Ne kâfiri, ne korkmaması imam efendi namazı niyazı bilir.

İmam’ın dişleri gözüktü, sakallarının üstünden, başını öne eğip kaldırdı hafif hafif.

— Onun niyazı eşek niyazı dedi.

Hurşit şaşkın. İmamın düşmanlığı neydi Reşit’e? İmam, Hurşit’in yanına oturdu.

—Hı hı, dedi. Nasıl namaz kılıyorsa duasız dutsuz, hı, nasıl namazsa!

Hurşit düşüncelerde. Güvercinler geçiyor içinden.

  • İmam efendi sen de bilirsin ki Reşit namaz kılar.

İmam tekrar kalktı. Tespihinin başını döndürdü.

— Hurşit dedi. Bu Reşit kardeşi Mecit’le küs değil mi?

— He Mecit’le küs.

— Eee bu adam hiç Mecit adını söyler mi?

—Yoo, söylemez, dedi Hurşit.

İmam başını hızlı hızlı salladı. Tespihini sıktı avucunda.

— Namazı duasız mı kılar? Dua etmez mi bu Reşit?

— Duasız kılmak olur mu, imam efendi?

— Eee hem Mecit demez; hem namaz kılar tövbe tövbe.

Hurşit güvercinlerin kanadındadır. Gagasındadır, düşmek üzeredir.

—İmam efendi Reşit’in namazıyla Mecit’in ne ilişkisi var?

İmam gülümsedi, “Bu Hurşit de cahil, imansız” diye düşündü.

—Hurşit Efendi, bilmez misin ki namazda Mecit vardır. Onsuz nasıl namaz kılıyor bu Reşit?

Hurşit bir imama bir minareye baktı. Anlamamıştı. Reşitle Mecit küs, bir arada olmamaları doğaldı, onun için.

İmam Hurşit’i kötü yakalamıştı. Bilgisizliğini yüzüne vuran, alaycı bir sesle;

—Hurşit, Hurşit hele biraz namaz kıl bulursun Mecit’i, dedi ve evinin yolunu tuttu.

Hurşit cami avlusundan ağır ağır çıktı. Düşünceleri karmakarışıktı. Güvercinlere kedi dadandı.

Yolda beş-altı defa namaz kıldı Hurşit. Mecit’i bulamadı. Mecit takılmadı diline, uzaklaştı düşüncelerinden. “Başlarım Mecit’e de Reşit’e de”, dedi içinden. Reşit çıkmadı düşüncelerinden. Her adımda gözlerini gördü; inatçı bir kartaldı Reşit. Acımasızdı, iki ay önce yaptıklarını düşündü “Çocukluğu da böyleydi. Ne istedin zavallı eşekten, kendi suçunu eşeğe yükledin.”

Hurşit eşeği kaçırdı, bastonu duvarları incitti. “Eşeğin ne suçu vardı?” haklıydı Hurşit. “Bir kavak kemirdi” diye Reşit eşeğe ne yapmıştı?

Eşeği yatırıp ayaklarını bağlamış sonra kerpetenle dişlerini çekmişti. Bir tek dişi kalmamıştı zavallının. Sonra sürmüş hayvanı kavaklığa “Hadi kemir, kemir hepsini” demişti.

Gaz lambası söndü. Hurşit’in gözleri tavanda. Düşüncelerinde Mecit’le Reşit saklambaç oynuyorlar. Yattığı yerde en az on rekât namaz kıldı, olacak gibi değil, karısına döndü:

— Akkadın, Akkadın gız bak bi.

Akkadın uykunun dibinde, baksa da göremez Hurşit’i. Hurşit çatlamak üzere, dayanamadı yeniden seslendi:

— Kız Akkadın, bak hele, dedi.

Akkadın o kadar itilip kakılmadan sonra ses verdi.

— Ne ulan! Torbaya mı girdi sabah? Dedi kızarak.

— Kız, bu Mecit nerde geçer?

—Herif adam yatıyordur evinde, nerden geçecek ki?

Hurşit kızdı sorusunu daha anlaşılır biçimde yineledi.

— Onu demiyorum kız, namaz da geçer?

—Namazda da geçmez buralardan, ya camide kılar ya tarlada kılar, dedi.

Hurşit ne yapsın? Reşit’e uzun uzun küfredip sustu. Hurşit sustu, Akkadın meraklandı.

—Herif ne olmuş ki Mecit’e? Dedi.

Hurşit yanıtlamadı Akkadın’ın sorusunu. Hurşit ve Akkadın sabahı zor ettiler. Reşit ve Mecit düşlerinde gezinip durdular.

Notasız horoz sesleri karıştı, imamın sesine. İmam sevmezdi horozları. Hurşit’in güncel sesi doldurdu odaları.

—Kalkın, kalkın öğlen oldu dedi ve avluya çıktı.

Kımıldayan olmadı, Hurşit söylenerek abdestini aldı, namaza durdu. Camiye yetişemezdi. Namazın sonunu getiremedi.

— Buldum, buldum Mecit varmış diyerek çıktı avludan. Akkadın baktı kaldı arkasından.

— Tövbe dedi, adam selam bile vermedi.

Cami avlusunda beş altı yaşlı insan vardı. Sabah namazlarına gelen azdı. Hurşit imama yaklaştı;

— Buldum imam efendi buldum, dedi.

İmam gözlerini ovuşturdu Hurşit’in sevincine bir anlam veremedi.

— Hayrola Hurşit, sabahın köründe neyi buldun?

Hurşit bulmuşluğun sevincini yaşıyordu, gururluydu, biliyordu.

— Mecit’i buldum, Mecit’i dedi.

Avluda bulunanlar da yaklaştı imama; şaşkındı bulunanlara baktı sıradan.

— Fe sübhanallah, Mecit kayıp mıydı Hurşit? Dedi.

Gülümsedi Hurşit. Onlarca kağnı yolu belirdi yüzünde.

—Yo imam efendi, o Mecit değil namazdaki Mecit’i buldum dedi.

Bulunanlar imama, imam onlara baktı. Hurşit minareye baktı. İmam anlamamıştı.

— Mecit namaza gelmedi dedi.

Hurşit imamın unutmuş olabileceğini anımsadı.

—İmam efendi hani Reşit, Mecit’e küs, Mecit demiyor ya!

Hurşit konuşmasını tamamlayamadı. İmam ağzından aldı sözü.

  • İyi de Hurşit namazımızla ne ilgisi var bunun? Dedi.

Hurşit bir camiye bir imama baktı, konuşmadı bir süre.

Düşünceleri değişti, “Koskoca imam bilmiyor muydu, Mecit’in hangi duada geçtiğini? Mahmut’un söyledikleri doğru muydu? Kandırıyor, oyalıyor muydu imam köylüyü?” Altndiş nokta koydu Hurşit’in düşüncelerine.

— Hurşit, Mustafa ağa, nedir çözemediğiniz?

Hurşit imama baktı, anlattı Mecit ile Reşit’in küskünlüğünü. Reşit’in Mecit- demediğini; bulunanlar şaştı, imam da. Hurşit olayı çözümlemenin mutluluğuyla:

— Ya böyle işte dedi.

İmamın yüzü değişti, ellerini önünde birleştirdi.

— Olmaz ki ümmeti Müslüman! Olmaz ki böyle, dedi.

Bulunanlar anlamadılar. İmam bakışların odağı oldu, saf köylüyü yakalamışlığın bilinci içerisinde devam etti.

— Hâşâ Allah’a kahretmek ve inkâr etmektir duayı bilerek eksik okumak.

Bulunanlar imamı destekledi.

—Ya öyle.

— Haklısın hocam.

— Olmaz ki!

— Allah Allah.

İmam tespihini cebinden çıkardı, küçük adımlarla yürümeye başladı. Bulunanlarda yürüdü, yemlenen güvercinler gibi, bir sağa bir sola yürüdüler. Başını salladı imam, bulunanlar “Allah Allah” çektiler. İmam durdu, bulunanlar çivilendi oldukları yere, imam bulunanlara:

— Tez çağırın Reşit’i, gelsin! Dedi.

Heyecanlandı bulunanlar, Hurşit avlu duvarına doğru yürüdü. Öküzleri suya götüren Kadir’i gördü, seslendi.

—Kadir, Kadir koş Reşit emmini çağır, imam acele bekliyor de!

Hurşit emmi babam bekliyor, dedi Kadir.

— Yürü ulan imam çağırıyor, ben değil!

Hurşit’in sesinden önemli bir olayın varlığı hissediliyordu. Kadir geriye doğru dönüp koştu “İmam çağırıyordu, imam köyün her şeyi. İmam Allaha en yakın adam. Kısmet kesilir bereket biterdi.” Koştu Kadir, düşüncelerini yere düşürmeden. Reşit öküzleri koşmak üzereydi. Kadir nefes nefese girdi avluya.

— Reşit emmi, Reşit emmi imam çağırıyor.

—Ne var oğlum ne oldu, kurt mu kovaladın? Nefeslen az, dedi, sakin ve soğukkanlı. Kadir devam etti konuşmasına.

— Reşit emmi, imam acele seni bekliyor hemen gideceksin.

Reşit sağ elinin tersini diğer elinin ayasına vurdu.

— Tövbe, ulan sanki reisicumhur, bizim malları ehlibeyt mi doyuracak! Dedi.

Öküzleri bıraktı avluya, kasketini taktı başına, yürüdü. Kadir önde Reşit arkada yürüdüler, cami avlusunun duvarına kadar söylendi Reşit. Kadir Hurşit’i gördü.

—Aha geldi Hurşit emmi, dedi ve öküzlerinin yanına gitti.

Reşit avluya çıktı, hızlı adımlarla yaklaştı bulunanlara.

İmam başını salladı, gözünü kısıp.

— Gel bakalım Reşit Bey, gel hele, dedi başını sallamaya devam ederek.

Reşit iki adım daha yaklaştı, ellerini belinde birleştirdi. Kasketini tutup hafifçe oynattı yerinden.

— Hayrola Mustafa Efendi sabah sabah, dedi.

İmam bozuldu her zaman olduğu gibi. Köyde imama adıyla seslenen tek kişiydi Reşit. İmam uzatmadı konuyu.

— Reşit bey duydum ki kardeşin Mecit ile küsmüşsün.

— He küsüm, dedi Reşit kısaca. İmam devam etti:

— Ve adını hiç söylemez, diline almazmışsın öyle mi?

— He öyle, dedi Reşit.

— Sen namaz ‘da kılarsın.

— Hee kılarım.

— Kılarsın yaa kılarsın.

— Peki, salâvat dualarını da okur musun?

Reşit ellerini belinden çekti, kasketini düzeltti, ellerini arkasında birleştirdi.

— He okurum.

İmam bulunanlara baktı. Bulunanlar imama, Reşit’e baktılar. İmam Reşit’e yaklaştı. İki sakal boyunda durdu, dişleri birbirine değdi imamın.

—Reşit bey salâvat duasını sesli oku da, biz de bilelim nasıl okunduğunu, dedi.

Reşit kasketini eline aldı, sağa sola büktü başını.

Duayı bulunanların işiteceği bir sesle okumaya başladı. Bulunanlarda Reşit okudukça başlarıyla doğruladılar. Reşit duanın sonuna yaklaştı. Bulunanlar “Ne güzel okuyor, şimdi ‘hamüdün Mecit, âmin’ diyerek bitirecek” diye düşünürken Reşit’in sesi yükseldi.

—İnnake Hamüdün Reşit, Âmin! Dedi ve sertçe başını indirip kaldırdı.

Bulunanlar gülmeye başladı. İmam gökyüzüne ellerini açtı.

—Hâşâ hâşâ! Ey Müslümanlar, şu adama bakın. Allah’a karşı geliyor, kelamını değiştiriyor; seni astıracağım Reşit!

Reşit kasketini taktı, bir iki adım yürüdü, geriye döndü, kıstı gözlerini başını kaldırdı;

— Efendi, efendi, Allah onun öyle bir kul olacağını bilse Reşit diye kelam ederdi Muhammed’e, dedi ve ekledi;

  • Sen benim duamla uğraşma da güvercinlerini yemle.

İmam, bulunanlarla konuşmadan hızlı adımlarla ayrıldı avludan.

Gün batmadan olay köyde duyuldu. Reşit’e kimse çok görmedi yaptıklarını. Camiye gelenlerden birçoğu namazı kılmadan gidiyordu. Avluda Reşit’in soyundan birilerini görmeleri yeterliydi. Namaz kılmaya kalanlar salâvat dualarında gülüyor, namazı bozuyorlardı.

İmam Mustafa bir ay dayanabildi. Köyden göç ederken vedalaşmadı kimseyle.

— Hâşâ hâşâ, diyerek göçüp gitti köyden…

HAVVA

Ona neden “deli” derlerdi. Henüz anlamış değilim. Kasabadaki birçok akıllıdan daha akıllıydı. Yaz kış sokakları çıplak ayakla dolaşır, su, ekmek ya da giyecek isterdi insanlardan. Kaplumbağadan biraz hızlı yürüyüşüyle, duvar diplerinden ilerler ve her gördüğü insanla selamlaşır, konuşurdu. Onun belirgin bir özelliği de büyük, küçük herkesi tanımasıydı. İsterse yıllarca görmediği biri olsun, yüzüne bakar kim olduğunu söylerdi. Yabancı ise ağır bir ses tonuyla, gülümseyerek:

—Yoo, derdi, sen elsin.

Kimselere zararı dokunmaz, canlıları incitmezdi. Kasabanın demirbaşı olan bu kadına yediden yetmişe “Havva” derdik. Birisi onu anlatacak olursa “Deli Havva” diyerek söz eder, fakat çocukların dışında Havva’nın yüzüne kimse ‘deli’ demezdi. Onun için söylenen bir tekerleme vardı:

“Bahçelerde ham armut Havva’yı … en cin Mahmut”

Bu tekerlemeyi duyduğum an, insanların zavallılığını düşünür, onlara kızardım. Havva gibi birisine kim ne hakla dokunabilirdi? Kızdırıp vurmaya kalkışmadıkça ağlamaz, ağlasa da çabucak unutuverirdi. Yüz kilodan fazla çeken ağırlığını kocaman nasırlı ayakları her gün başka yerlere taşırdı. Akşamüstü duvar diplerinden ağır ağır evine yürürdü. Evinin yerini kasabalı olmamıza karşın öğrenememiştim. “Deli Fikri’nin kızı” derlerdi, Havva için. Deli demelerinin nedeni belki de babasından kaynaklanıyordu.

Benim için hiçbir zaman deli değildi Havva. Yüzündeki gülümseme bana özgürlüğü anımsatırdı. Pembeleşen yanaklarını rüzgâra karşı koyan dağ güllerine benzetirdim. O, yaşamın peşinden değil, yaşam onun peşinden sürüklenirdi “Havva beni yaşa” diye.

Havva’yı birkaç gün göremezlerse herkes birbirine merakla sorardı:

— Deli Havva yok ortalıkta, nerede acaba?

—Aman, ona baba değmez, nerede olacak, sürtüyordur.

İnsanlar onu önemsemez görünse de onsuz yapamazlardı. Kim bilir, belki de onu görüp hallerine şükür ediyorlardı. Yere para bırakıp “bu senin olacak alabilirsen” diyerek onun dakikalar süren uğraşını zevkle izleyen gençler ne kadar akıllıydı! Onca uğraşına karşın parayı alamaz ağlardı…

Oysa Havva onların tanıdığı et yığınından oluşan bir insanın ötesindeydi. Aç bir sokak kedisine evine götürmek üzere topladığı yiyecekleri verecek kadar insandı. Üşüyen bir köpek yavrusunu entarisinin bir parçasını yırtıp saracak kadar insandı.

Mahallemize gelmeyeli birkaç gün olmuştu, sokağın başında göründüğünde, koşarak annemi müjdeledim.

—Anne, anne Havva geliyor, dedim.

Annem o gün ne işle uğraşıyordu, anımsamıyorum, işi bırakmadan beni yanıtladı, sevincimi paylaştı. Gülümseyerek:

— Hadi oğlum, git bir şeyler hazırla, acıkmıştır, dedi.

Koşarak mutfağa girdim, kavun, peynir ve ekmek alıp avluya çıktım. Elimdeki yiyecekleri bir kenara bırakıp sokağa, Havva’yı gözetlemeye koyuldum. Havva’yı göremeyince merak ettim. Kimin evinde olabilirdi? Hacı amcalarda, Efendi amcalarda ya da Tanko’da olabilirdi. Gözüm evlerin kapılarında, nereden çıkacağını beklemeye başladım. Havva çok geçmeden iki ev yukarımızdan Fevkıya Hala’nın evinden çıktı. Koşarak önüne geçtim. İki kolumu kaldırarak yolunu kestim. Yüzünde özgürlük dolu gülümsemesini görüp ben de gülümsedim ve sordum:

— Havva, ben kimim?

  • Sen, Latife aplamın oğlu Özgür’sün.

Nasıl unutmamıştı, her defasında biliyordu.

— Peki, o zaman babam kim?

— Kadir.

Babamı da bilmişti. Kimi sorarsam biliyordu. Kasabada bilmediği, tanımadığı kimse yoktu. Daha zor sormalıydım. Havva bildikçe ben seviniyordum.

—O zaman Latife kimin kızı? Hadi bil de göreyim.

O eşsiz gülümsemesi yeniden belirdi yüzünde.

— Latife apla, dokdor emmimin kızı, dedi.

Bir daha sormadım, önünden çekildim. Avlumuza gülümseyerek girip, annemi gördü. Duvar dibine yaklaşıp seslendi.

— Latife apla kolay gelsin.

Annem bu sıcak, samimi insana sevecenlikle karşılık verdi.

— Sağ ol Havva. Nerelerdesin kaç gündür?

Havva annemi yanıtlamadı, gülümsemekle yetindi. Annem de ona Havva diyordu, ama hangisi büyüktü bilmiyorum? Annem Havva’ya sediri gösterdi.

— Havva, dedi, geç otur.

Havva ağır adımlarla sedire yaklaştı ve oturdu. İçimden O’na sorular sormak geliyordu, soramıyordum. Belki de tanıdığım gibi kalmasını istiyordum. Utanarak yemeye başladı, kavundan, peynirden. Gülümsemesi her lokmada şekilleniyor, utancıyla karışıp yüzünü renklendiriyordu. Annem de yanına oturup birkaç lokma yedi. Ben Havva’yı incelemeyi sürdürdüm.

Kocaman ayakları nasırlı ve çatlaktı. Toprakla temas eden kısımlar çatlaklarla doluydu. Yer yer bir kalem ucunun sığabileceği genişlikte, yer yer inceydi. Elleri de kalın ve kocamandı. Bir yufkayı dürüp eline aldığı zaman, dürüm elinde kayboluyordu. Hırkasının cepleri dolu ve sarkıktı. Ayak bileklerinin üzerinden başlayan entarisi yamalarla doluydu.

Geniş bir yüz, gülen iki göz ve ağlamadığı sürece kapanmayan ağzı, dağınık, kısa saçları vardı. Çirkin veya güzel benzetmesi yapamıyordum, böyle bir ayrıma gereksinme duymuyordum. Son lokmasını yuttuktan sonra kendisini incelediğimi gördü ve başını iki yana salladı. Utandım, gözlerimi boşluğa çevirdim.

Kalkmak üzereydi ağlamaklı bir sesle:

—Latife apla dedi. Bak bu entari iyice eskidi, varsa seninkini bana ver.

Havva’nın bu isteğini annem geri çevirmedi. Eski olmayan fakat giyilmiş bir entari verdi.

Havva sevinçle entariyi kucağına yerleştirip kalktı.

— Havva, dedi annem. Sakın kimseye verme, olur mu?

— Vermem apla, vermem, dedi.

Elinde yaralı bir kuş taşır gibi çıkıp gitti avlumuzdan ve sokağımızdan.

O gün son görmüşüm oldu Havva’yı.

                                                                                            (Ahmet Palta ve Havva)

Yıllar sonra Havva’dan haber geldi. Uzak bir kentte “kimin kim” olduğunu bilmeden, yeni entariler içinde ölmüştü. Üzüldüm, bir daha soramayacaktım Havva’ya “ben kimim?” diye.